6 Temmuz 2011 Çarşamba

GİRİŞ

  Komünizm, geçtiğimiz 20. yüzyıla damgasını vurmuş bir ideolojidir. Ama bu damga, sadece baskı, zulüm, kan ve gözyaşı doludur. Tarihçilerin hesaplamalarına göre, sadece bu ideoloji nedeniyle 20. yüzyıl boyunca 120 milyon insan öldürülmüştür. Bunlar, bir savaş sırasında cephede ölen askerler değil, komünist devletlerin kendi halklarının içinden öldürdükleri sivillerdir. 100 milyon erkek, kadın, yaşlı, küçük çocuk, bebek, sadece "komünizm" denen bu soğuk, katı, sert ve vahşi ideoloji nedeniyle yaşamını yitirmiştir. Dahası, komünist rejimler tarafından temel hak ve özgürlüklerinden yoksun bırakılan, göçe zorlanan, sistemli olarak kıtlıkla yüz yüze getirilen, hapsedilen, çalışma kamplarında köle olarak kullanılan on milyonlarca insan vardır. Milyonlarca insan da komünist gerilla gruplarının, terör örgütlerinin kurşunlarına hedef olmuş veya hedef olma korkusu altında yaşamıştır.


  Peki bu ideolojinin kökeni nedir? Nasıl olmuştur da bu kadar kanlı ve acımasız bir dünya görüşü, dünyanın dört bir yanında taraftar bulmuş, devrimlerle iktidara gelmiş, milyonları ardından sürüklemiştir? Komünizm nereden doğmuş, nasıl büyümüş ve nasıl sona ermiştir? Gerçekten sona ermiş midir, yoksa hala dünyayı ve ülkemizi tehdit etmekte midir?
Bu kitapta bu soruların cevaplarını ortaya koyacağız.

  Daha da önemlisi, büyük bir tehlikeye dikkat çekeceğiz. Komünist ideoloji geçtiğimiz yüzyılda acılara, felaketlere sebep olmuş, tüm dünya, komünist liderlerin katliamlarına, acımasızlıklarına şahit olmuştur. Peki şu an bu tehlike yeryüzünden silinmiş midir? Ne yazık ki, silinmemiştir: 

KOMÜNİZM PUSUDADIR!

  120 milyon insanın canına malolan bu "kan dökme kuyusu" halen varlığını sürdürmektedir. Kuyunun üstü kapatılmış, etrafına kuyuyu kamufle edecek şeyler konmuştur; ama kuyu kapatılmamış bir tuzak konumundadır. Komünizm sinsice gizlenerek faaliyetine devam etmektedir. Farklı görünümlerde, farklı isimler altında varlığını sürdürmekte ve insanlığa yine geçmiştekilere benzer acıları yaşatmak için fırsat bulacağı günü beklemektedir.

  İşte bu nedenle, komünist ideolojinin gerçek yüzünü, geçmişte sebep olduğu acı ve belaları tüm insanlara duyurmak ve gizlenerek büyüyen bu tehlikenin maskesini düşürmek, son derece önemli bir görevdir. Bu kitap, bu amaçla kaleme alınmıştır.

BÖLÜM I KOMÜNİZMİN DOĞUŞU

MATERYALİZMİN "TESADÜF" TARİKATININ KURBANLARI: DARWIN, TROTSKY, ENGELS VE MARX
   Komünizmin doğuşunu anlamak için, mutlaka 18. ve 19. yüzyıl Avrupası'nın kültürüne bir göz atmak gerekir. Avrupa kıtası, MS 2. yüzyıldan itibaren aşama aşama Hıristiyanlığı kabul etmiş ve bu Hıristiyan kültür "Aydınlanma Çağı" denen döneme kadar da bu kıtaya hakim olmuştur. 18. yüzyılda yaygınlık kazanan Aydınlanma hareketi, bir takım Avrupalı düşünür ve sanatçıların Eski Yunan ve Roma'nın putperest kültüründen etkilenerek dine karşı çıkmalarıyla başlamıştır. Aydınlanma hareketinin en büyük siyasi sonucu ise, aynı zamanda "din aleyhtarı devrim" olan Fransız Devrimi'dir. 

  Fransız Devrimi'nin altyapısı, Voltaire, Diderot, Montesquev gibi din aleyhtarı düşünürlerin telkinleri ile oluşmuştur. Devrim sırasında ise Aydınlanma hareketinin din aleyhtarı ve pagan (putperest) eğilimleri açıklık kazanmıştır. Devrime öncülük eden Jakobenlerin yoğun propagandası sonucunda yaygın bir "dinden çıkma" hareketi gelişmiş, dahası yeni bir pagan din oluşturulmaya çalışılmıştır. İlk belirtileri 14 Temmuz 1790'da, Federasyon Bayramı'nda görülen "devrimci ibadet" hızla yayılmıştır.  

  Devrimin eli kanlı liderlerinden Robespierre, "devrimci ibadet"e yeni kurallar da getirmiş, bu ibadetin ilkelerini bir rapor halinde belirleyerek adına da "Yüce Varlık İbadeti" demiştir. Paris'teki ünlü Notre Dame Kilisesi kendi deyimleriyle "aklın tapınağı"na dönüştürülmüş, Kilise duvarlarındaki Hıristiyan figürleri sökülmüş ve orta yere "akıl tanrıçası" olarak tanımlanan bir kadın heykeli yerleştirilmiştir. Fransız Devrimi boyunca pek çok din adamı öldürülmüş, dini kurumlar yağmalanmış, tahrip edilmiştir.Fransız Devrimi'yle birlikte Avrupa'nın gündemine giren ve sonra da giderek yayılan bir felsefe vardır: Materyalizm.
Sadece maddenin varlığını kabul eden, canlıların ve insan bilincinin de sadece "hareket halindeki madde"denibaret olduğunu varsayan bu görüş, aslında ilk olarak Eski Yunan'da yaşamış bazı felsefeciler tarafından ortaya atılmıştır.




Komünizmin kökenleri, kanlı Fransız Devrimi'ne kadar uzanır. Fransız Devrimi sırasında "akıl tanrıçası" tasviriyle ifade edilen din düşmanlığı, daha sonra yandaki benzer komünist posterlerde kullanılmıştır. 
  18. yüzyılda materyalizmi benimseyen ve kitlelere empoze eden iki önemli isim, Fransız Devrimi'nin hazırlayıcılarından Dennis Diderot ve onun yakın dostu Baron d'Holbach'tır. Baron d'Holbach, 1770'de yayınlanan Système de la Nature (Doğanın Sistemi) adlı kitabında "bilimsel" olduğunu iddia ettiği bir takım varsayımlara dayanarak, var olan tek şeyin madde ve enerji olduğunu öne sürmüştür. Fanatik bir ateist olan d'Holbach, ahlak kavramına da karşı çıkmış, insanın elden geldiğince çok zevk elde etmesi ve bunun için her yolu denemesi gerektiğini savunmuştur.

  18. yüzyılda bir kaç düşünür tarafından benimsenip savunulan materyalizm, 19. yüzyılda daha da yayılmış ve Fransa ile sınırlı kalmayıp Avrupa'nın diğer ülkelerinde de kök salmaya başlamıştır. 19. yüzyılın başlarında Almanya'da ortaya çıkan iki önemli materyalist düşünür vardır: Ludwig Büchner ve Karl Vogt. Vogt, insan zihninin kaynağını açıklamaya çalışırken "karaciğer nasıl öd sıvısı salgılıyorsa, insan beyni de düşünce salgılar" demiş ve bu saçma benzetmesiyle döneminin materyalistleri tarafından bile onay görmemiştir.

  Materyalizm, bu gibi saçma iddialarla ortaya çıkmasına rağmen, dönemin din karşıtı güçleri tarafından benimsenmiş ve Avrupa toplumlarına empoze edilmeye başlanmıştır. Materyalizm aklın ve bilimselliğin temeli gibi sunulmuş, bu aldatıcı propaganda önce Fransa'da, sonra Almanya'da ve giderek tüm Avrupa'da aydınlar arasında hızla yayılmıştır. Bunda, kuşkusuz materyalizmi adeta bir din gibi benimseyen ve 19. yüzyıl Avrupalı aydınları arasında çok yaygın olan masonluk örgütünün rolü de büyüktür.
Antik bir dogma olan materyalizm bu şekilde yayılırken, bir yandan da materyalizmi çeşitli bilim dallarına uyarlama girişimleri olmuştur. Materyalizm;
1. Doğa bilimlerine uyarlanmıştır ki, bunu yapan kişi İngiliz doğa bilimci Charles Darwin'dir.
2. Sosyal bilimlere uyarlanmıştır ki, bunu yapan kişiler de Alman felsefeciler Karl Marx ve Friedrich Engels'tir.

Darwin'in uyarlaması "evrim teorisi", Marx ve Engels'in uyarlaması ise "komünizm" olarak bilinir.

  MARX VE DARWIN Aslında Darwin'in evrim teorisinin, Marx ve Engels'in teorisini de kapsadığını söylemek mümkündür. Çünkü komünizm de bir "evrim teorisi"dir; evrim teorisinin tarihe ve toplumbilimine uyarlanmış halidir. Bu gerçek, 20. yüzyılın başlarında, önde gelen Darwinist ve Marxist düşünürlerden biri olan Anton Pannekoek'in kaleme aldığı Marxism and Darwinism (Marxizm ve Darwinizm) adlı kitapta şöyle özetlenir:
 
  Marxizm'in ve aynı zamanda Darwinizm'in bilimsel önemi, her ikisinin de evrim teorisini takip etmesidir. Birisi bunu organik dünyanın alanı içinde, canlılar üzerinde yapmış, diğeriyse toplum alanı içinde gerçekleştirmiştir... Hem Darwin'in hem de Marx'ın öğretileri, yani doğabilimleri alanında ve insan toplumları alanında gelişen bu iki öğreti, evrim teorisini pozitif bir bilime dönüştürmüştür. Bunu yapmakla, evrim teorisini, sosyal ve biyolojik gelişimin temel kavranışı olarak kitlelere kabul ettirmişlerdir.1



Engels (sağda), Darwin ile Marx'ı (solda) komünist teori açısından eşdeğer görmüştür. Engels'e göre Marx materyalizmi sosyal bilimlere, Darwin ise biyolojiye uygulamıştır. 
 Darwinizm ile Marxizm arasında iki temel konuda da tam bir uyum vardır:
1.  Darwinizm, tüm varlıkların "hareket halindeki madde"den oluştuğunu, bu maddenin Allah tarafından yaratılmadığını ve düzenlenmediğini, dolayısıyla tüm canlıların tesadüflerle var olduğunu, insanın da diğer hayvanlardan evrimleşmiş bir havyan türü olduğunu ileri sürmüştür. Hiçbir bilimsel delile dayanmayan ve yanlışlığı sonraki yıllarda bilimsel bulgularla ortaya konan bu iddialar, sadece maddenin varlığına inanan ve tüm insanlık tarihini maddi faktörlerle açıklamaya çalışan Marx ve      

  Engels'in görüşleriyle tam bir uyum içindedir.
2.  Darwinizm, canlılar dünyasında gelişmeyi sağlayan itici gücün "çatışma" olduğunu ileri sürmüştür. Darwin'in teorisinin en temel varsayımı, doğal kaynakların canlılar için yetersiz olduğu, dolayısıyla daimi bir "yaşam mücadelesi" yaşandığı, bu mücadelenin de evrimleştirici bir güç oluşturduğu şeklindedir. Marx ve Engels'in benimsedikleri "diyalektik" yöntem ise bunun aynısıdır. Diyalektiğe göre evrendeki gelişmenin tek itici gücü zıtlar arasındaki çatışmadır. İnsanlık tarihi de çatışma sayesinde gelişmiş, insan bu çatışma sayesinde ilerlemiştir.
Marx-Engels ikilisi ile Darwin'in teorileri incelendiğinde, sanki tek bir merkezden çıkmışçasına büyük bir uyum içinde oldukları görülür. Darwin materyalist felsefeyi doğaya, Marx-Engels ise tarihe uyarlamıştır.




Rus komünizminin öncüsü Plekhanov'a göre "Marxizm, Darwinizm'in sosyal bilimlere uygulanmasıdır". 
  Nitekim Darwin'in materyalizme yaptığı bu büyük katkının önemini ilk anlayan kişi, Karl Marx'ın bizzat kendisi olmuştur. Marx, Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabını incelemiş ve bu kitabın kendi teorisi için büyük bir dayanak oluşturduğunu görmüştür. Engels'e yazdığı 19 Aralık 1860 tarihli mektubunda, Darwin'in kitabı için "bizim görüşlerimizin tabii tarih temelini içeren kitap budur işte" der.2 16 Ocak 1861'de Lassalle'a yazdığı mektupta ise şöyle yazar: "Darwin'in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor."3

  Marx, Darwin'e olan sempatisini en büyük eseri Das Kapital'i Darwin'e ithaf ederek de göstermiştir. Kitabının Darwin'e yolladığı Almanca baskısına el yazısıyla şöyle yazmıştır: "Charles Darwin'e, gerçek bir hayranı olan Karl Marx'tan".

 Engels ise Darwin'e olan hayranlığını şöyle belirtmiştir: "Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak işlemektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Charles Darwin'in adı anılmalıdır."4 Engels, Darwin'i, onu Marx'la eş tutacak biçimde övmüş ve "Darwin nasıl organik doğadaki evrim yasasını keşfettiyse, Marx da insanoğlunun tarihindeki evrim yasasını keşfetti" demiştir.5



Darwin, yaratılışı inkar ederek komünizme sözde bilimsel bir temel sağlamıştır. Bu nedenle, Bolşevik devriminin eli kanlı liderlerinden Trotsky, Darwin'i diyalektik materyalizmin doğabilimleri alanındaki temsilcisi sayar. 
Lenin tarafından "tüm uluslararası Marxizm literatürüne en hakim kişi" olarak tanımlanan, Rus komünizminin öncüsü Georgi Valentinovich Plekhanov ise "Marxizm, Darwinizm'in sosyal bilimlere uygulanmasıdır" diyerek bu konuda en özet yorumu yapmıştır.6

  Vatikan Üniversitesi profesörlerinden tarihçi Prof. Malachi Martin, Marx ile Darwin arasındaki ilişkiyi şöyle anlatır:
Charles Darwin teorisini yayınladığında, Marx bunu bir teoriden çok daha ileri gördü. Bunu, bir "manevi alem" olmadığına, sadece "maddi alem"in var olduğuna dair kendi "bilimsel" kanıtı olarak benimsedi. Darwin, Hegel'in idealizmini reddetmesinde Marx'a bir haklılık sağlıyordu... Darwin'in teorisinin sadece bir teori olduğunu... toplumsal olarak geçerlilikten uzak olabileceğini tamamen göz ardı eden Marx, Darwin'in fikirlerini kendi zamanının sosyal sınıflarına uyarladı... Darwin'in evrim teorisinde olduğu gibi, Marx, tüm maddeler gibi sosyal sınıfların da daimi bir yaşam ve egemenlik mücadelesi içinde olmaları gerektiğini düşündü.7

  Darwinizm ile Marxizm arasındaki bu güçlü bağ, çağdaş evrimciler tarafından da vurgulanır. Evrim teorisinin çağımızdaki savunucularının en ünlülerinden biri olan biyolog Douglas Futuyma, Evrim Biyolojisi adlı kitabının önsözünde "Marx'ın insanlık tarihini açıklayan materyalist teorisi ile birlikte Darwin'in evrim teorisi materyalizm zemininde büyük bir aşamaydı" diye yazarken bunu kasteder.8 Yine çok ünlü bir evrimci olan paleontolog Stephen J. Gould ise, "Darwin doğayı yorumlarken çok tutarlı bir materyalist felsefeyi uyguladı" demektedir. 9 Rus Komünist Devrimi'nin Lenin ile birlikte iki büyük mimarından biri olan Leon Trotsky de "Darwin'in buluşu, tüm organik madde alanında diyalektiğin (diyalektik materyalizmin) en büyük zaferi oldu" yorumunu yapmıştır. 10

  Tüm bunlar, Darwinizm ile Marxizm arasında çok önemli bir ilişki olduğunu açıkça göstermektedir. Kolaylıkla denebilir ki, eğer Darwinizm olmasa Marxizm de olmayacaktır. Eğer bir insan Darwinizm'in geçersizliğini anlarsa Marxizm'in de geçersizliğini anlayacaktır. Elbette bunun tersi de doğrudur: Bir toplumda Darwinizm yaygın kabul görürse, o toplumda Marxizm'in de gelişmesi kaçınılmazdır.

  Bu açıdan Darwinizm'in, gerek bilimsel gerekse sosyolojik açıdan geçersizliğinin kavranması, insanlık için çok önemli bir konudur. Bu gerçeğin ortaya çıkması, Darwinizm'den kaynaklanan ve bugün pusuda bekleyen Marxizm'in tekrar alevlenmesini engelleyecek, insanların geçtiğimiz yüzyılda yaşadığı acıları tekrar yaşamasına engel olacaktır.
Nitekim tarih de, Darwinizm olmadan Marxizm'in olamayacağını göstermektedir.

  DARWINİZMİN YAYILIŞI VE KOMÜNİZM-KAPİTALİZM İLİŞKİSİ  
  Darwinizm'in siyasi etkilerini incelerken bir noktaya dikkat etmek gerekir: Bu teori tek bir ideolojiyle değil, birbirinden son derece farklı gibi gözüken çok sayıda ideolojiyle ilişkilidir. Darwinizm'in desteklediği ideolojileri incelediğimizde, komünizmin yanında, ırkçılık, emperyalizm, kapitalizm, faşizm gibi geniş bir yelpaze ile karşılaşırız. İlk bakışta birbirinden çok bağımsız hatta birbiri ile çelişkili gibi gözüken bu ideolojilerin ortak yönü ise, İlahi dinlere ve onların getirdiği ahlaki değerlere karşı olmalarıdır.




Lenin, komünistler ile burjuvazinin dine karşı aynı safta olduğunu yazmıştır. Lenin'in yorumları, komünizm ve kapitalizm arasındaki çatışmanın gerçekte sadece bir "iç çatışma" olduğunu ve bu iki materyalist ideolojinin ortak ve asıl düşmanının din olduğunu göstermektedir.
  Bu ideolojilerin öncüleri, dini inançları ve değerleri kendileri için engel olarak görmüşler ve Darwinizm'i bu inanç ve değerleri ortadan kaldırmak için bir silah olarak kullanmışlardır. İşin ilginç yanı, bir yandan bu şekilde kendi ideolojilerine hayat sahası açarken, bir yandan da kendilerine rakip olan ideolojileri güçlendirmeleridir. Örneğin, iddialarına göre kıyasıya bir "yaşam mücadelesi"nin yaşandığı serbest piyasa ortamını meşrulaştırmak için Darwinist ahlakı gerekli görüp destekleyen kapitalistler, bu yolla bir yandan da karşı oldukları komünizmi desteklemişlerdir.

  Marxist düşünür Anton Pannekoek Marxism and Darwinism (Marxizm ve Darwinizm) adlı kitabında, bu ilginç gerçekten söz eder ve burjuvazinin, yani Avrupalı zengin kapitalist sınıfın Darwinizm'i destekleyişini şöyle anlatır:
Marxizm'in önemini ve pozisyonunu sadece proleter sınıf mücadelesindeki rolüne borçlu olduğu herkesçe bilinir... 
  
  Darwinizm'in de Marxizm'le aynı tecrübeleri yaşadığını görmek zor değildir. Darwinizm, bilim dünyası tarafından objektif bir yaklaşımla tartışılarak ve test edilerek kabul edilmiş soyut bir teori değildir. Hayır, Darwinizm ilk adımı atar atmaz, hevesli destekçileri ve tutkulu düşmanları olmuştur. Darwin'in ismi, teorisinden az bir şey anlayan insanlar tarafından yüceltilmiştir... Darwinizm de, sınıf mücadelesinde bir rol oynamıştır ve bu rol sayesinde hızla yayılmış, tutkulu taraftarlar ve çetin düşmanlar kazanmıştır.

  Darwinizm, kilise haklarına ve aristokrasiye karşı çıkan burjuvazi için bir araç olmuştur... Burjuvazinin amacı, önlerine çıkan eski hakim yönetici güçleri ortadan kaldırmaktır... Din sayesinde rahipler büyük kitleleri kontrol altında tutmuş ve böylece burjuvazinin isteklerine karşı koyabilmiştir... Doğa bilimi inanca karşı bir silah haline getirilmiş, bilim ve yeni keşfedilen doğal yasalar öne sürülmüş ve burjuvazi bu silahlarla birlikte savaşmıştır...

  Darwinizm tam istenen zamanda gelmiştir; Darwin'in insanın aşağı hayvanlardan türemiş olduğunu öne süren teorisi, Hıristiyan inancının bütün temelini yok etmiştir. İşte bu nedenledir ki, Darwinizm ortaya çıktığı anda, burjuvazi onu büyük bir hırsla sahiplenmiştir... Bu şartlar altında, bilimsel tartışmalar bile, sınıf savaşının fanatizmi ve tutkusu ile yürütülmüştür. Darwin hakkında yazılmış yazılar, bilimsel yazarların isimlerini taşımalarına rağmen, sosyal polemiklerin karakterini sergilemektedir. 11

  Darwinizm'in yayılışı gerçekten de bu şekilde oldu. Avrupa'nın hakim güçleri, Darwinizm'i gerek kendi ülkelerinde kurdukları kapitalist düzeni, gerekse dünya çapında kurdukları emperyalist sömürge sistemini meşrulaştırmak için bulunmaz bir fırsat olarak gördüler ve desteklediler.  Darwinizm'in bilimsel tutarsızlıkları, hayali varsayımları, saçma iddiaları tamamen görmezden gelindi; dini inançlara ve dinin getirdiği ahlaki kıstaslara karşı gerekli bir silah olarak görülen Darwinizm, ideolojik amaçlarla yaygınlaştırıldı.

  Ancak Darwinizm'i bu şekilde yaygınlaştıran "burjuvazi", yani kapitalist sınıf, bu teoriyle birlikte kendi rakibini de desteklemiş oluyordu. Çünkü Darwinizm'in yaygınlaşması ve bu yolla dini inançların yok edilmesi, kapitalizm kadar Marxizm'in de işine yarıyordu. Dinin insanlara öğrettiği kanaatkarlık, itidal, tevazu, kardeşlik, fedakarlık, şefkat, merhamet gibi ahlaki özellikler ortadan kalktıktan sonra, toplum vahşi bir arena haline geliyordu. Bu arenada, kapitalistler arası "yaşam mücadelesi" kadar, kapitalistlerle komünistler arası "sınıfsal yaşam mücadelesi" de gelişiyordu.

  1871 sonbaharında Avrupalı doğa bilimcilerin katıldığı uluslararası bir kongrede söz alan Alman devlet adamı ve doğa bilimci Virchow, Darwinistlere "dikkat edin" diyordu, "çünkü bu teori, komşu ülkede çok büyük acılara neden olan bir teoriyle çok yakından ilişkilidir." 12 Virchow'un sözünü ettiği komşu ülke Fransa'ydı ve belirttiği teori de, o yıl içinde kanlı Paris Komünü'nü gerçekleştiren Fransız komünizmiydi. (Paris Komünü, Almanya'yla yaptığı savaştan yenik çıkan Fransa'da, devlet otoritesinin zayıfladığı bir dönemde, Paris'teki komünistlerin öncülüğünde başlatılan bir şehir isyanıydı. Aylar boyunca şehir komün yöneticileri tarafından idare edildi, dini merkezlere ve din adamlarına karşı geniş çaplı saldırılar düzenlendi.)

  Sonuçta, komünistlerin ve kapitalistlerin, aralarındaki çatışmaya rağmen, din düşmanlığı konusunda ortak bir zeminde buluştuklarını ve bu konuda Darwinizm'den büyük bir destek aldıklarını söylemek mümkündür. Nitekim bu nedenle komünistler, bir toplumda komünist devrim hazırlayabilmek için öncelikle onun kapitalistleşmesini gerekli görürler. Buna göre, kapitalist ahlakın yaygınlaşmasıyla birlikte -ki bunda Darwinizm propagandası hayati öneme sahiptir- toplum önce dinsizleştirilecek, sonra da komünizm gelişecektir. Rus Devrimi'nin lideri Vladimir İ. Lenin, 1909 yılında kaleme aldığı "Proleterya Partisinin Din Konusundaki Tutumu" başlıklı makalesinde, burjuvazinin, yani kapitalist sınıfın dine karşı oynadığı bu rolü şöyle anlatır:

  Birincisi, dinle savaşmak görevi, tarihsel açıdan devrimci burjuvazinin görevidir ve Batıda burjuva demokrasisi, feodalizme ve orta çağ düzenine karşı giriştiği kendi devrimleri döneminde bu görevi büyük ölçüde yerine getirmiştir... Gerek Fransa'da, gerek Almanya'da burjuvazinin dinle savaşma geleneği vardır ve bu sosyalizmden (Ansiklopedistlerden ve Feuerbach'tan) çok önce başlamıştır. Rusya'da ise, burjuva demokratik devrimimizin kendine özgü koşulları nedeniyle, bu görev de hemen hemen tümüyle işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiştir. 13 

  Görüldüğü gibi Lenin "dinle savaşmak görevi"nin kapitalistlere ait olduğunu, Avrupa'da bu görevi onların yerine getirdiğini, ancak Rusya'da bu sınıf var olmadığı için dinle yapılacak savaşı kendilerinin üstlendiğini anlatmaktadır. Lenin'in bu sözleri, komünizm ve kapitalizm arasındaki çatışmanın gerçekte sadece bir "iç çatışma" olduğunu ve bu iki gücün ortak ve asıl düşmanının din olduğunu açıkça göstermektedir.

  Bu kişiler açıkça toplumları yozlaştırmak, onları doğrulardan uzaklaştırmak, ahlaki ve insani açıdan zayıflatmak ve böylece kendi dinsiz komünist sistemlerini kabul ettirmek çabasındadırlar. Ancak bu kişilerin din aleyhinde yaptıkları hiçbir hareketin başarıya ulaşması mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki, geçmişte de dine karşı savaşan, Allah'ın elçilerine itaat etmeyen, Allah'ın hak kitaplarından yüz çeviren kavimler yaşamıştır. Bu kavimler de kendilerine göre hak dini yok etmeye çalışmışlardır. Fakat bu kavimlerin uğradıkları son benzerdir: Allah kendi dinine karşı mücadele eden bu insanların kimine yeryüzünde bir bela vermiştir, kimini ise ahirette acı bir azabın beklediğini müjdelemiştir. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:

  Allah'ın ayetleri konusunda inkar edenlerden başkası mücadele etmez. Öyleyse onların şehirlerde dönüp dolaşması seni aldatmasın. Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanladı ve kendilerinden sonra (sayısı çok) fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, 'batıla-dayanarak' mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık Benim cezalandırmam nasılmış? Senin Rabbinin kafirler üzerindeki: "Gerçekten onlar ateşin halkıdır" sözü böylece hak oldu. (Mümin Suresi, 4-6)



FAŞİZM VE KOMÜNİZMİN ORTAK HEZEYANI: DARWINİST ÇATIŞMA
Komünizmin kurucusu Marx, tarihin gelişmesinin tek yolunun çatışma olduğunu iddia etmekteydi. Toplumların, düşüncelerin, fikirlerin de ancak çatışmayla, savaşla, ihtilalle ilerleyebileceklerini düşünüyordu. "Eğer çelişme ve çatışma olmasaydı, var olan herşey, nasılsa öyle kalırdı" diyordu. Dahası Marx "Şiddet yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir" diyerek milyonlarca insanı savaşa, katliama, kan dökmeye çağırıyordu. 
Marx'ın bu düşünceleri, zaman içinde çok sayıda taraftar kazandı. En zalim katliamlara imza atan komünist lider Lenin bunu, "Gelişme zıtların mücadelesidir" sözleriyle ifade ediyordu. (Lenin, Seçme eserler, cilt 11, s. 81) Bu mücadelenin de kan dökerek yapılması gerektiğini savunuyordu. 

  Komünist liderler gibi faşist liderler de şiddet, ihtilal ve savaşın, ilerlemenin tek yolu olduğuna inanıyorlardı. Hitler'in en önemli fikri dayanağı, ırkçı Alman tarihçi Heinrich von Treitschke, "Uluslar ancak Darwin'in yaşam kavgasına benzer şiddetli bir rekabetle gelişebilirler…" diyordu. (Burns, Çağdaş Siyasal Düşünceler 1850-1950, s.446) Şiddetin tarihte itici güç olduğuna ve savaşın devrim getireceğine inanan bir başka faşist lider ise, Mussolini'ydi. İngiliz İmparatorluğu'nun zayıflamasını, "evrimin en önemli itici gücü olan savaştan kaçmaya çalışmasına" bağlıyordu. 

  Her iki ideolojinin temel dayanağı da, Darwin'in doğada var olduğunu ileri sürdüğü "yaşam mücadelesi" kavramıydı. Marx'ın diyalektik materyalizminin temeli olan çatışma iddiası da, faşizmin savaşın itici güç olduğu ile ilgili iddiası da, Darwin'in evrim teorisinin, sosyal bilimlere uyarlanmasıdan başka bir şey değildi. Bu ideolojilerin doğurduğu sonuç ise ortadadır: Sürekli çatışmanın olması gerektiğini savunmak, insanlığı tamamen ortadan kaldırmaya doğru atılan bir adım, sonu gelmez bir "kan dökme kuyusu"dur. 
Bu ideolojilere uyan herkes kaçınılmaz olarak sürekli birbiriyle çatışır, birbirine zulmeder, ilerleme adı altında birbirinin kanını döker. Allah'ın insanlara emrettiği sevgi, saygı, fedakarlık, paylaşma gibi insani duygular, barış ve huzur ortamı tamamen ortadan kalkar. Nitekim geçtiğimiz 20. yüzyıl bu ideolojiler yüzünden yaşanan acı ve belalar dönemi olmuştur. 

  Oysa çelişkiler, vahşet ve katliam yapılmasını gerektirmez. Zıtlıklar her yerde mevcuttur. Gece ile gündüz, aydınlık ile karanlık, negatif ile pozitif, soğuk ile sıcak, iyi ile kötü hep vardır. Ancak bu zıtlıklar, güzelliklerin vurgulanması, hoşgörü, barış ve bağışlama gibi güzel ahlak özelliklerinin ortaya çıkması için yaratılmışlardır. 
Aynı durum fikri alanda da geçerlidir. İnsanların farklı düşünüyorlar diye birbirlerini öldürüp, acımasızca katletmeleri gerekmez. Allah, insanlara düşmanlarına karşı dahi güzel davranışlarda bulunmayı, insanlara güzel söz söylemeyi emreder:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34) 

  Her çelişki, Kuran'da bildirildiği gibi akıl ve vicdan sahibi insanlar tarafından barış, huzur ve hoşgörü ortamında çözülür. Bunu kavrayamayan ve diyalektik materyalizmin aldatmacasına inanan milletlerin çocukları, birbirleri ile yıllarca savaşmışlar, vahşi hayvanlar ile kapışıp savaşmışlar ve sonuçta milletçe güçten düşmüşlerdir. Böylece Allah'ın Kuran'da aşağıdaki ayetiyle bildirdiği bir gerçek tecelli etmiştir:  Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46) 

  Ayette bildirildiği gibi insanlar Allah'ın ve O'nun yol gösterici olarak gönderdiği peygamberlerin yolundan ayrılmış, yeryüzünü barış yurdu yapmak yerine bir zulüm yuvasına çevirmişlerdir. Bu yüzden de tüm güçlerini kaybetmiş, kendi kendilerini helake sürüklemişlerdir. Unutulmamalıdır ki Kuran ahlakının emrettiği şefkat, merhamet, fedakarlık, hoşgörü, adalet gibi meziyetler, insanlara ve milletlere güç veren yegane kaynaktır. Diyalektik materyalizm gibi dinsizliğin hezeyanları ile üretilmiş olan safsatalar ise insanlığa sadece yıkım ve acı getirir. İnsanların kurtuluş bulmalarının, yeryüzünde huzur ve güvenlik içinde yaşamalarının tek yolu, Allah'ın emrettiği Kuran ahlakına uygun bir yaşam sürmektir. 


DARWINİZM'İN KANLI DİYALEKTİĞİ
 

 Aslında buraya kadar tarif ettiğimiz tablo, komünizmin dünya çapında yayılmasını da özetlemektedir: Komünizm, hemen her ülkede kapitalizmin ve faşizmin karşıtı ve alternatifi olarak gelişmiştir. Birbirine zıt gibi görünen bu uçlar, ortak bir kaynaktan, yani Darwinizm'den ilham almışlardır. Kapitalizm ve faşizm Darwinizm'in sağ kanadını, komünizm ise sol kanadını oluşturur. Bir ülkede Darwinizm'in yaygınlaşması, her iki kanadın birden yaygınlaşması sonucunu doğurur. Dolayısıyla faşizmi veya kapitalizmi desteklemek için Darwinizm'i kullananlar, ister istemez komünizmi de desteklemiş olurlar.

  Darwinizm'in hakim olduğu bu dinsiz dünya görüşü içinde, sağ solu, sol da sağı doğurmakta ve beslemektedir. İki taraf birbiriyle daimi bir çatışma içindedir. Bu çatışma ortamı ise zaten Darwinizm'in insan toplumları için uygun ve gerekli gördüğü ortamdır.
Bu genel şemaya baktığımızda, Darwinizm'in aslında siyasi düzeyde bir "diyalektik" oluşturduğunu söylemek mümkündür. Diyalektik, Alman felsefeci Hegel'in ortaya attığı, sonradan Marx ve Engels tarafından benimsenen "çatışma" teorisidir. Diyalektik, evrendeki tüm gelişmenin çatışma sayesinde mümkün olduğunu varsayar. Bu teoriye göre, her durum veya fikir bir "tez"dir. Sonra bu teze karşı çıkan "anti-tez" meydana gelir. Tez ile anti-tez çatışır ve ortaya çıkan sonuca "sentez" adı verilir. Sentez de bir süre sonra bir tez haline gelir ve bu kez buna karşı bir anti-tez çıkar. Diyalektik teorisine göre, bu çatışma bu şekilde sürer gider.
İnsanların Allah tarafından yaratıldığı gerçeğinin reddedilmesine ve insanın gelişmiş bir hayvan türü olarak görülmesine neden olan Darwinizm'le birlikte, dünya bu Darwinist diyalektiğin çatışma alanı olmuştur. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, pek çok ülkede önce sağ kanat Darwinistler hakim olmuş, bunlar dini inançları ve ahlaki değerleri yok ederek veya çarpıtarak vahşi kapitalizmi ve ardından faşizmi getirmişler; bunlara karşı da sol kanat Darwinistler, yani komünistler örgütlenmişler ve iki taraf daimi bir çatışma içine girmiştir. Bu Darwinist diyalektiğin sentezi ise hep aynıdır: Kan, acı, işkence, savaş, gözyaşı...
Darwinist diyalektiğin sağ kanat temsilcilerinin, yani faşistlerin uyguladığı terör ve vahşeti başka kitaplarımızda incelemiştik. Bu kitabın ilerleyen bölümlerinde ise komünist terör ve vahşeti inceleyeceğiz.



KARŞIT FİKİRLERİ "DİYALEKTİK ÇATIŞMA" İLE SUSTURMAK İSTEYENLER, HER DÖNEMDE YENİLGİYE UĞRAMIŞTIR

  
Darwinizm'den ilham alan diyalektik materyalizme göre tarih, zıt fikirlerin çatışması ve kıyasıya mücadelesidir. Bu inançları gereği 20. yüzyılda faşistlerle komünistleri birbirine kırdırmışlar, aynı vatanın insanlarını birbirlerine düşman etmişler ve dünyayı kan gölüne çevirmişlerdir. Bunun sonucunda da kendi ideolojilerinin galip geleceğini sanmışlardır. Ancak, bu mücadeleden komünizm galip çıkamamış, diyalektik materyalizmin tarihin diyalektiği iddiası da çökmüştür.




Firavun baskıcı ve zalim bir yönetime sahipti ve bununla da kendince gurur duyuyordu. Ama sonu hüsran oldu. Üstte Mısır Firavun'unu muhaliflerinin kafasını parşalarken tasvir eden bir kabartma yer alıyor.
  Tarihte karşı karşıya gelen iyiler ve kötüler hep olmuştur. İyilerin kötülerle mücadelesi de fikir alanında gerçekleşmiştir. Bu mücadeleden galip çıkanlar daima iyilerdir. Çünkü Allah'ın Kuran'da gösterdiği mücadele yöntemleri insanlara barış, huzur ve dostluk getirmeye, çelişki ve düşmanlıkları ortadan kaldırmaya yöneliktir. 


  Örneğin Allah, Hz. Musa'ya Firavun'u doğru yola çağırmasını bildirmiştir. Hz. Musa ve Firavun iki zıt fikrin taraftarlarıdır. Ancak, Allah bu iki zıt tarafı karşılaştırırken, Hz. Musa'ya ve kardeşi Hz. Harun'a şöyle demiştir:  "İkiniz Firavun'a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar." (Taha Suresi, 43-44)

  Allah'ın emrine uyan Hz. Musa kardeşiyle birlikte Firavun'un karşısına çıkmış ve ona Allah'ın emirlerini, doğru yolu ve iyiliği türlü yöntemler deneyerek, sabırla anlatmıştır. Onun bu fikri mücadelesinin sonunda ise gerçekleri göremeyen ve iyilere zulmetmeye yeltenen Firavun, denizde boğularak ölmüş, Hz. Musa ve yanındakiler kurtulmuşlardır. Bu örnek insanlık tarihinin bir özetidir. Tarihte hiç kimse birbiriyle çatışıp, yumruklaşıp, kan dökerek üstün gelmemiştir. Eğer çatışma yoluyla üstün görünen, iktidara sahip olan kişiler olsa bile, bunların ne halkları ne de kendileri huzurlu ve barış içinde bir yaşam sürdürememişler; aksine her an belalara uğramış, maddi ve manevi sıkıntılar içinde yaşamışlardır. Üstün gelenler, daima barış ve huzura çağıran, mücadelesini fikir alanında yaparak insanları düşünmeye sevkeden inananlardır.


   


1  Anton Pannekoek, Marxism and Drawinism, Translated by Nathan Weiser. Transcribed for the Internet by Jon Muller, Chicago, Charles H. Kerr & Company Co-operative Copyright, 1912 by Charles H. Kerr & Company, s.?? (http://www.marxists.org/archive/pannekoe/index.htm)
2  Marx Engels Mektuplar, s. 426
3  Marx Engels Mektuplar, cilt 2, s.126
4  Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm-Bilimsel Sosyalizm, s. 85
5  Gertrude Himmelfarb, Darwin and the Darwinian Revolution, Chatto & Windus, London, 1959, s.348
6  Robert M. Young, Darwinian Evolution and Human History, Radio talk given in an Open University course on Darwin to Einstein: Historical Studies on Science and Belief, 1980
7  Malachi Martin, The Keys of This Blood, s. 203-5
 
8  Douglas Futuyma, Evolutionary Biology, 2nd ed., Sunderland, MA: Sinauer, 1986, s. 3
9  Alan Woods and Ted Grant. "Marxism and Darwinism", Reason in Revolt: Marxism and Modern Science, London, 1993 s.?
10 Alan Woods and Ted Grant. "Marxism and Darwinism"
11 Anton Pannekoek, Marxism and Darwinism
12 Anton Pannekoek, Marxism and Drawinism
13 Viladimir Ilyiç Lenin, "Proleterya Partisinin Din Konusundaki Tutumu", Proleterya, Sayı: 45, 13 (28 Mayıs 1909, Eriş Yayınları, www.kurtuluscephesi.com)

BÖLÜM II BOLŞEVİK VAHŞETİN TARİHİ






JOSEPHIN STALIN: 40 MİLYON İNSANIN KATİLİ
  20. yüzyıl insanlık tarihinin en kanlı dönemidir. Bu yüzyılda dünya savaşı, soykırım, toplama kampı, kimyasal silahlar, nükleer silahlar, bombardıman, gerilla savaşı, terör eylemleri gibi, daha önceki yüzyıllarda duyulmamış ve görülmemiş vahşet yöntemleri ortaya çıkmıştır. Bu yüzyılda saydığımız yöntemlerle öldürülen insanların sayısı, yüz milyonlarla ifade edilmektedir. 
20. yüzyılın bu kadar kanlı olmasının iki önemli nedeni vardır. Birincisi, gelişen teknolojinin eski devirlerdeki silahlara göre çok daha öldürücü silahların yapımına izin vermesidir. İkinci neden ise —ki asıl önemli olan budur— bu silahların kullanılmasına, hem de korkunç bir acımasızlıkla kullanılmasına neden olan ideolojilerdir. Temelleri 19. yüzyılda atılan çeşitli "izm"lerin kanlı hasadı 20. yüzyılda olmuştur. 

  Komünizm, bu "izm"lerin en kanlısı, en acımasızı ve en geniş çaplısıdır. 20. yüzyılda komünist rejimler veya örgütler tarafından öldürülen insan sayısı yaklaşık 120 milyondur. 120 milyon insan, sırf bu ideoloji uğruna idam edilmiş, toplama kamplarında ölesiye çalıştırılarak katledilmiş, "sürgün" adı altında evlerinden toplanıp Sibirya steplerinde yok edilmiş, kasten oluşturulan kıtlıklarla açlıktan öldürülmüş, en korkunç hapishanelerde en korkunç işkencelere uğratılmış, beyni yıkanmış komünist militanlar tarafından kurşuna dizilmiş, boğulmuş, boğazlanmış, parçalanmıştır.

  1917'de Rusya'da gerçekleşen kanlı Bolşevik Devrimi ile başlayan vahşet, önce yeni kurulan Sovyetler Birliği'nin geneline, ardından Doğu Avrupa'ya, Çin'e, Kore'ye, Vietnam'a, Kamboçya'ya, Latin Amerika ülkelerine, Küba'ya ve Afrika'ya yayılmıştır.
Şimdi bu kızıl vahşetin tarihini inceleyelim.
 

 LENIN'İN KANLI DEVRİMİ

  Karl Marx, bir siyasi partinin veya hareketin lideri değildi. Sadece bir teorisyendi. İnsanlık tarihini diyalektik materyalizme göre kurallara oturtmaya uğraşmış, buna göre geçmişe yorumlar getirmiş ve gelecek hakkında kehanetlerde bulunmuştu. Marx'ın en büyük kehaneti ise devrimdi. Kapitalist düzenin ayaklanan işçiler tarafından yıkılacağını ve bu devrimle birlikte "sınıfsız toplum" doğacağını vaat etmişti.
Marx 1883 yılında öldü. Aradan yıllar, hatta on yıllar geçmesine rağmen, Marx'ın haber verdiği devrim bir türlü gerçekleşmedi. Avrupalı kapitalist ülkelerde, devrim gerçekleşmesi bir yana, işçilerin çalışma ve hayat koşullarında kısmen de olsa iyileşme yaşandı ve işçi-burjuvazi gerilimi azaldı. Devrim gerçekleşmiyordu ve gerçekleşeceği de yoktu.





Marx'ın ölümünün ardından, onun bıraktığı ideoloji Lenin tarafından yorumlandı. Lenin, bir yandan Marx'ın açıklarını ve çelişkilerini kapatmaya çalışırken, bir yandan da komünizmi silah zoruyla iktidara getirmenin formüllerini geliştirdi. Üstte, 1897'de St. Petersburg'da çekilen resimde Lenin (üstte) ve diğer komünist militanlar. Aşağıda ise Marx'ın Das Kapital'inin Rusça baskısı 

  Bu ortam içinde, Marx'ın ölümünden yaklaşık 20 yıl sonra, bir başka önemli isim Rusya'da ortaya çıktı. Marxistler'in kurduğu Rus Sosyal Demokrat Partisi içinde giderek yükselen Vladimir İlyiç Lenin, Marxizm'e yeni bir yorum getirdi. Lenin'e göre, devrimin kendi kendine olması mümkün değildi, çünkü Avrupalı işçiler burjuvazi tarafından kendilerine sağlanan imkanlar tarafından oluşturulmuştu, diğer ülkelerde ise zaten kayda değer bir işçi sınıfı yoktu. Lenin bu duruma militan bir çözüm önerdi: Devrim, Marx'ın öngördüğü gibi işçiler tarafından değil, işçiler (yani Marxist literatüre göre "proleterya") adına hareket eden, profesyonel devrimcilerden oluşan, askeri bir disipline sahip "Komünist Parti" tarafından gerçekleştirilecekti. Komünist Parti, silahlı mücadele ve propaganda yöntemlerini kullanarak devrim gerçekleştirecek, iktidarı ele geçirdiği andan itibaren Lenin'in "proleterya diktatörlüğü" adını verdiği otoriter bir rejim kurulacak, rejim muhaliflerini tasfiye edecek, özel mülkiyeti ortadan kaldıracak ve toplumun komünist düzene doğru ilerlemesini sağlayacaktı.

  Lenin'in ortaya attığı bu teoriyle birlikte komünizm, eli silahlı terör gruplarının ideolojisi haline gelmiş oluyordu. Lenin'den sonra da dünyanın dört bir yanında kendilerini kan dökerek devrim yapmaya adamış yüzlerce "komünist parti" veya "işçi partisi" ortaya çıktı.





Kasım 1917'de St. Petersburg'da silahlarıyla poz veren Bolşevik devrimciler 

  Peki komünist parti devrim için hangi yöntemleri izlemeliydi? Lenin bu soruyu hem yazılarıyla hem de eylemleriyle cevapladı: Komünist parti olabildiğince çok kan dökecekti...
Lenin, henüz 1906 yılında, yani Bolşevik Devrimi'nden 11 yıl önce, Proletari dergisinde şöyle yazıyordu:
Bizim ilgilenmekte olduğumuz olgu, silahlı mücadeledir; bu mücadele, bireyler ve küçük gruplar tarafından yürütülmektedir. Bir kesimi devrimci örgütlere ait iken, öteki kesimler (Rusya'nın belirli kesimlerinde çoğunluğu) herhangi bir devrimci örgüte bağlı değildirler. Silahlı mücadele, birbirlerinden kesinkes olarak ayrılması gereken, farklı iki amaca yöneliktir; önce, bu mücadele kişilere, liderlere ve ordu ve polisteki görevlilere suikast yapmayı amaçlar, ikinci olarak, hem hükümete ait, hem de özel kişilere ait para kaynaklarına elkoyar. El konulan paralar kısmen parti kasasına, kısmen özel silahlanma amacına ve ayaklanma hazırlığına, ve kısmen de tanımlamakta olduğumuz mücadeleye katılan kişilerin geçimine gider. Büyük el koymalar (Kafkasya'daki 200.000 rublelik, Moskova'daki 875.000 rublelik gibi olanlar) gerçekten de öncelikle devrimci partilere gitmiştir -küçük elkoymalar çoğunlukla, bazen de tümüyle "el koyucuların" geçimine gider. 14

   Lenin'in de yönetiminde bulunduğu Rus Sosyal Demokrat Partisi içinde, 1900'lü yılların başında önemli bir fikir ayrılığı yaşandı. Lenin'in önderliğindeki grup, şiddet yoluyla devrim yapmayı savunurken, diğer bir grup daha demokratik yöntemlerle Marxizm'i Rusya'ya getirmeyi savunuyordu. Leninistler, gerçekte sayıları az olmasına rağmen, çeşitli baskı yöntemleriyle "çoğunluk" haline geldiler ve Rusça "çoğunluk" anlamına gelen "Bolşevik" sözüyle anılmaya başladılar. Diğer grup ise "azınlık" anlamına gelen "Menşevik" sözüyle adlandırıldı.


  Bolşevikler, Lenin'in üstteki alıntısında tarif edilen şekilde örgütlenmeye başladılar: suikastler, hükümete ait paralara el konması, resmi kurumların soyulması vs. Çoğu sürgünde geçen yıllar sonucunda, Bolşeviklerin planladıkları devrim 1917 yılında gerçekleşti. Bu yıl iki ayrı devrim yaşandı. Şubat ayında gerçekleşen ilk devrimde, Rus Çarı II. Nicholas tahtından indirildi, ailesiyle birlikte hapsedildi ve demokratik bir hükümet kuruldu. Ancak Bolşevikler demokrasi değil, "proleterya diktatörlüğü" kurmaya kararlıydılar. Ekim 1917'de bekledikleri devrim gerçekleşti ve Lenin ile en büyük yardımcısı Leon Trotsky'nin (Troçki) önderliğindeki komünist militanlar önce hükümet merkezinin bulunduğu Petrograd'ı, ardından Moskova'yı ele geçirdiler. Her iki şehirdeki çatışmaların sonucunda dünyanın ilk komünist rejimi kurulmuş oluyordu.





KOMÜNİZMİN CAHİL MİLİTANLARI 
Bolşevikler, cahil halk kitlelerine basit sloganlarla seslendiler ve yoğun bir propaganda ile pek çok kişiyi kısa sürede saflarına kattılar. Eğitimsiz ve yoksul insanlar, kendilerine ekmek ve huzur vaat eden komünistlerin yalanlarına kolayca inanabiliyorlardı. Darwinizm'in körüklediği dinsizlik ise, komünist propagandayı pekiştiriyordu. Resimde, söz konusu propaganda sonucunda bir kaç gün içinde komünist olup çıkmış bir grup Rus işçi ve köylüsü yer alıyor. 

  Ekim Devrimi'nin ardından Rusya büyük bir iç savaşa sahne oldu. Çar yanlısı generallerin topladığı "Beyaz Ordu" ile, Trotsky'nin önderliğindeki Kızılordu arasında geçen savaş tam 3 yıl sürdü. Temmuz 1918'de Bolşevik militanlar tarafından, Lenin'in emri üzerine, Çar II. Nicholas ve tüm ailesi (üç çocuğu ile birlikte) kurşuna dizilerek idam edildi. İç savaş boyunca Bolşevikler, rejim muhaliflerine karşı en kanlı cinayet, katliam ve işkenceleri uygulamaktan çekinmedi.
Gerek Kızılordu birlikleri, gerekse Lenin'in kurdurttuğu "Çeka" adlı gizli polis örgütü, devrime karşı gördükleri bütün toplum kesimlerine karşı büyük bir terör uyguladılar. Dünya çapındaki komünist terörü anlatan Komünizmin Kara Kitabı adlı eserde, Bolşevik terörü şöyle anlatılır:





Kanlı Bolşevik devriminin askeri lideri, Leon Trotsky idi. Lenin'den sonraki ikinci adam durumunda olan Trotsky, başında olduğu Kızılordu ile tüm Rusya'yı kana boğan bir iç savaş yürüttü. 

Bolşevikler, mutlak iktidarlarına yönelen edilgen de olsa her türlü muhalefeti veya direnişi; sadece siyasi muhalif gruplardan kaynaklanmayıp, soylular, burjuvalar, aydınlar, din adamları gibi toplumsal ve subaylar, jandarmalar gibi mesleki gruplardan da gelse, gerek hukuki gerekse fiziki olarak ortadan kaldırmaya karar verdi ve bazen işi soykırım boyutlarına vardıracak kadar ileri götürdü. Daha 1920'de yürütülen "Kazaklardan arındırma" kampanyası önemli ölçüde soykırım tanımının kapsamına girmektedir: yeri yurdu tamamen belli bir topluluk olan Kazaklar, tüm erkeklerin kurşuna dizilmesi, kadın, çocuk ve yaşlıların sürgün edilmesi, köylerin yerle bir edilmesi ya da Kazak olmayanlara devredilmesi sonucu bir grup olarak varlığını sürdüremez duruma getirildi. Lenin, Kazakları Fransız Devrimi dönemindeki Vendee'yle bir tutuyor ve onlara modern komünizmin "mucidi" Gracchus Bubeuf'ün daha 1795'te populicide (soykırım) olarak tanımladığı yöntemi uygulamak istiyordu. 15

Bolşevikler, girdikleri her şehirde kendi ideolojilerine ılımlı bakmayan kesimleri katliamdan geçiriyor, halka korku salmak amacıyla abartılı vahşetler gerçekleştiriyorlardı. Aynı kaynakta, Kırım'da gerçekleştirilen Bolşevik vahşetleri şöyle anlatılıyor:
Benzer şiddet uygulamaları Bolşevikler tarafından işgal edilen Sivastopol, Yalta, Aluşta, Simferopol gibi Kırım illerinde de gerçekleştirildi. Aynı uygulamalara Nisan-Mayıs 1918'den itibaren isyan komisyonunun hazırladığı dosyalarda "elleri kopmuş, omzu parçalanmış, kafası dağılmış, çenesi kırılmış, cinsel organları koparılmış cesetler" de yer almaktaydı... 16
S.P. Melgunov da, La Terreur rouge en Russie, 1918-1924 (Rusya'da Kızıl Terör, 1918-1924) isimli eserinde, Sivastopol şehrinin "hayatta kalanların tanıklıklarını bastırma harekatı" neticesinde bir "asılanlar şehri"ne dönüştüğünü ifade ediliyordu:



  Nahimovski Caddesi, sokakta tutuklanan subayların, erlerin, sivillerin asılmış cesetleriyle doluydu. Şehir ölüydü, halk mahzen ve ambarlarda gizleniyordu. Tüm çit kazıkları, tüm ev duvarları, telgraf direkleri, mağaza vitrinleri 'Hainlere Ölüm' yazılı afişlerle kaplıydı. İnsanları ibret olsun diye sokakta asıyorlardı.
Bolşevikler, yok etmek istedikleri herkesi, belirli kategoriler altında damgalıyorlardı. Örneğin "burjuvalar", veya Bolşeviklerden farklı bir sosyalizm anlayışını savunan "Menşevikler", kurulan yeni rejimin önde gelen düşmanlarıydı. Sayısı en geniş ve en çok hedef alınan kategori ise, "kulak" kategorisiydi. Kulaklar, Rusça'da zengin toprak sahiplerine verilen isimdi. Lenin, devrim ve iç savaş boyunca, kulaklara karşı acımasız bir terör uygulanmasına dair yüzlerce emir yağdırdı. Örneğin, Penza Sovyeti Yürütme Komitesi'ne yolladığı bir telgrafta şöyle yazıyordu:

  Yoldaşlar! Beş kazanızda cereyan eden kulak ayaklanması acımasızca ezilmelidir. Devrimin çıkarları bunu gerektiriyor, çünkü artık her yerde kulaklarla bir "ölüm kalım mücadelesi" başlamıştır. Bir örnek oluşturmak gereklidir. Daha az sayıda olmamak üzere; 100 kulak, para babası, kan içicinin asılması (insanların görebileceği bir şekilde asılması diyorum), isimlerinin açıklanması, bütün tahıllarına el konması... Bunu insanların yüzlerce fersah öteden görüp, titreyecekleri, anlayacakları... şekilde yapınız. Bu talimatları aldığınızı ve yerine getirdiğinizi bildirmek için telgraf çekiniz. Selamlar. Lenin. 17




Trotsky'nin etkisiyle Petrograd kentinde Çar karşıtı ayaklanmayı destekleyen Rus askerleri, 1917 
Lenin'in talimatları Bolşevik militanlar tarafından büyük bir zevkle yerine getiriliyordu. Hatta militanlar, özel vahşet stilleri geliştirmişlerdi. Ünlü Rus yazarı Maxim Gorki, şahit olduğu bazı yöntemleri şöyle anlatıyordu: 

Tambov'da komünistler, tutsaklarını sol el ve sol ayaklarından toprağın bir metre yukarısında ağaçlara demiryolu çivileri ile mıhlıyorlardı ve bu insanların acı çekmesini bilerek izliyorlardı. Bir esirin midesini açıp küçük bağırsağını alıyorlar ve bir ağaca çiviliyorlardı ve bağırsağın çözülmesini izliyorlardı. Yakaladıkları görevlileri soyup omuzlarından itibaren derilerini yüzüyorlardı.18 Bolşevikler, komünizmi benimsemek istemeyen herkesi tasfiye etmeye giriştiler. Lenin'in üstteki emrine benzer daha pek çok emir ve uygulama sonucunda, on binlerce insan hiçbir yargılama olmaksızın kurşuna dizildi. Pek çok rejim muhalifi de "Gulag" adı verilen ve tutukluların çok ağır şartlarda ölesiye çalıştırıldıkları toplama kamplarına gönderildi. Çoğu bu kamplardan sağ kurtulamayacaktı. Sonuçta, 1918-1922 yılları arasında Bolşevik rejime karşı ayaklanan yüz binlerce işçi ve köylü katledildi.

  Tarihçi Richard Pipes, gizli Sovyet arşivlerine dayanarak yazdığı The Unknown Lenin (Bilinmeyen Lenin) adlı kitabında, Lenin'in Bolşeviklere verdiği sayısız cinayet, katliam, işkence emirlerini ortaya çıkarmakta ve sonuçta şu yorumu yapmaktadır: Mevcut delillerle Lenin'in idealist değil, ancak gerçek ya da hayali olsun sorunları çözmenin en iyi yolunun, onlara sebep olan insanları öldürmek olduğuna inanan bir toplu katliamcı olduğunu reddetmek imkansız hale gelmektedir. 20. yüzyılda on milyonlarca hayatın yok olmasına politik ve sosyal imha uygulamasını ilk olarak meydana getiren/başlatan kendisidir. 19


PAVLOV'UN KÖPEKLERİ VE LENIN'İN "İNSANIN EVRİMİ" PLANLARI

  Buraya kadar Lenin örneğinde gördüğümüz ve ilerleyen sayfalarda çok daha feci örneklerini inceleyeceğimiz komünist vahşet uygulamalarının sebebini iyi anlamak gerekir. Lenin'i ve sonradan inceleyeceğimiz Stalin, Mao, Pol Pot gibi komünist liderlerin her birini gözü dönmüş birer katil haline getiren sebep nedir?
Bu sebep, inandıkları materyalist felsefe ve bu felsefenin insana bakışıdır. Başta da belirttiğimiz gibi, komünizm, aslında materyalist felsefenin tarihe uyarlanmasından ibarettir. Ve materyalist felsefenin doğaya uyarlanmasıyla, yani Darwin'in evrim teorisiyle tam bir uyum içindedir. Bu sapkın düşüncelerin bazı temel yapıtaşları ise şöyle özetlenebilir:
1. İnsan, sadece maddeden ibaret olan, ruhu bulunmayan bir varlıktır.
2. İnsan, gelişmiş bir hayvan türüdür. Diğer hayvanlardan tek farkı, içinde bulunduğu şartların onu biraz "ehlilleştirmiş" olmasıdır. Özde, insanla hayvan arasında bir fark yoktur.
3. Gerek doğada gerekse insan toplumlarında değişmeyen tek kural "çatışma"dır. Çatışma, birbiriyle çakışan menfaatler nedeniyle olur. Çatışma sonucunda bir tarafın kaybetmesi, acı çekmesi, ölmesi son derece doğal ve hatta gereklidir.
4. Dolayısıyla, bir gelişmenin gerçekleşmesi, örneğin komünistlere göre "komünist devrim"in yaşanması için, çok sayıda insanın ölmesi, acı çekmesi, işkence görmesi kaçınılmazdır ve hatta gereklidir.

  Komünizmin –ve materyalizmi benimsemiş tüm ideolojilerin- yukarıda saydığımız maddeleri meşru göstermek için başvurdukları yöntem toplumlardaki Allah inancını ortadan kaldırmaktır. Aslında materyalizmin amacı da    Allah inancını, dini ve ahlaki değerleri toplumlardan uzaklaştırmak, böylece kendilerini "ruhsuz hayvan toplulukları" olarak algılayan kitleler meydana getirmektir. Bu yolla söz konusu kitleleri kolaylıkla yönlendirebileceklerini, kendi iktidarlarını koruyabileceklerini, istedikleri her türlü ahlaksızlığa ve zulme meşru zemin hazırlayabileceklerini düşünürler.





ŞARTLI REFLEKS TELKİNLERİ
Lenin ve Trotsky, insanların da hayvanlar gibi şarflı refleks yöntemleriyle eğitilebileceğini düşünüyorlardı. Sovyetler Birliği'ndeki Komünist Parti örgütlenmesi, bu mantığa göre şekillendirildi. Resimde, Trotsky Kızıl Meydan'da kendisini dinleyen kitlelere propaganda konuşması yapıyor. 1918. 

  İşte insana bu şekilde bakan komünist ideolojinin en büyük icraatı, insanları olabildiğince "hayvanlaştırmak", vahşi hayvanlar gibi zincirlere vurmak, acı ve korku yoluyla kendince "terbiye etmek" ve gerektiğinde boğazlamak olmuştur.
Lenin'e baktığımızda, insanları bir hayvan türü olarak kabul eden söz konusu materyalist-Darwinist felsefeyi çok açık olarak görürüz. Öyleki Lenin, hayvanlar üzerinde gerçekleştirdiği şartlı refleks deneyleriyle ünlenen Rus bilim adamı Pavlov'la özel olarak görüşmüş ve Pavlov'un yöntemlerini Rus toplumu üzerinde uygulamak için girişimde bulunmuştur. Tarihçi Orlando Figes, A People's Tragedy, A History Of The Russian Revolution (Bir Halkın Trajedisi: Rus Devriminin Tarihi) adlı kitabında, Lenin'in Rus halkını bir havyan terbiyecisi gibi eğitme amacını ve bunun Darwinist kökenini şöyle anlatır:
Ekim 1919'da söylentiye göre Lenin büyük fizyolojist I. P. Pavlov'un laboratuvarına, onun şartlı refleks çalışmaları vasıtasıyla insan beyninin Bolşeviklerin insan davranışını kontrol etmede yardımcı olup olamayacağını öğrenmek için gizli bir ziyarette bulundu. "Rus kitlelerinin komünizm çizgisini düşünmelerini ve buna göre davranmalarını istiyorum" diye açıkladı Lenin... Pavlov hayretler içinde kalmıştı. Lenin ondan köpekler için yaptığı şeyi insanlar için yapmasını istiyordu. "Rus kitlelerini bir standart haline getirmek istediğinizi mi söylüyorsunuz? Hepsinin aynı şekilde davranmasını sağlamak mı istiyorsunuz?" diye sordu... "Aynen" diye cevap verdi Lenin. "İnsanlar doğru olmalı. İnsanlar biz nasıl istersek o şekle getirilmelidir"...

  Komünist sistemin nihai amacı insan tabiatının değişimiydi. Bu, diğer totaliter rejimler tarafından da paylaşılan bir amaçtı... Nazi Almanyası'nda 1920'de öjenik hareketin öncülerinden birinin söylediği gibi "Neredeyse insanlık kavramında bir değişime şahit olduk.... Savaşın korkunç öjeniği sayesinde daha öncekine göre farklı bir birey olmaya zorlandık"...
Aydınlanmış kitleler vasıtasıyla yeni bir insanlık türü yaratma fikri 19. yy Rus aydınlarının -ki Bolşevikler onlardan çıkmıştır- her zaman kurtarıcı misyonu olmuştur. Marxist felsefe de aynı şekilde insan tabiatının tarihi bir gelişimin sonucu olduğunu ve bu nedenle de yenilenebileceğini öğretir. Lenin'in gençlik çağlarında Rus aydınları arasında neredeyse dini bir kutsallığa sahip olan Darwin ve Huxley'in bilimsel materyalizmi, insanın içinde yaşadığı dünyaya göre belirlendiğini savunuyordu. Bu nedenle Bolşevikler kendi devrimlerinin bilimin de yardımı ile yeni bir insan türü yaratacağına inanıyorlardı...

  Pavlov'un her zaman devrimi eleştirmiş olmasına ve göç ettirilmekle tehdit edilmesine rağmen Bolşevikler her zaman ona lütuf göstermişlerdir. İki yıl sonra Pavlov'a Moskova'da geniş bir apartman verildi. Lenin, Pavlov'un çalışmaları hakkında "devrim için çok büyük öneme sahiplerdir" diyordu. Bukharin bunu materyalizmin demir cephaneliği olarak adlandırıyordu. 20

  Lenin'in en büyük yardımcısı ve komünist ideolojinin önemli teorisyeni Trotsky de Lenin'in Darwinist kökenli "insan tabiatını değiştirme" düşüncelerine katılıyordu. Trotsky aynen şöyle yazmıştı: İnsan nedir? Henüz bitmiş bir canlı değildir. Hala beceriksiz bir yaratıktır. Bir hayvan olarak insan planlı bir şekilde değil spontane bir şekilde evrimleşmiştir. Ve birçok zıtlık gelişmiştir. Nasıl eğitmek ve idare etmek sorusu, insanın fiziksel ve ruhsal yapısının; nasıl geliştiği ve tamamlandığı sorusu, yalnızca sosyalizm temelinde tasarlanabilecek büyük bir problemdir. Çöle bir tren yolu inşa edebiliriz, Eyfel Kulesi'ni inşa edip direk olarak New York ile konuşabiliriz, ama insanı geliştiremeyiz, öyle mi? Hayır, yapabiliriz. İnsanın yeni ve değişmiş bir versiyonunu üretmek—bu komünizmin bir sonraki görevidir... İnsan kendisini ham materyal olarak görmeli, ya da yarı üretilmiş bir madde olarak. Ve şöyle demeli: "Sevgili homo sapiens, senin için çalışacağım". 21

  Lenin, Trotsky ve diğer Bolşevikler, insanı bir hayvan türü olarak gördükleri ve bir madde yığını saydıkları için, insan hayatına herhangi bir değer vermiyorlardı. Onlara göre, devrimin başarısı için, milyonlarca insan kolayca feda edilebilirdi. The Unknown Lenin kitabının yazarı tarihçi Richard Pipes'a göre, "Lenin, insanlığın geneli için küçümseme dışında hisler beslemiyordu: Mektuplar, Gorki'nin öne sürdüğü, insanların Lenin için 'neredeyse hiçbir anlamı' olmadığı ve onun işçi sınıfına bir metal işçisinin demir cevherine davrandığı gibi davrandığı iddiasını doğruluyor." 22

 
LENIN'İN KASITLI KITLIK POLİTİKASI

  20. yüzyıldaki komünist rejimlerin neredeyse ortak bir özelliği, halklarını büyük açlıklara mahkum etmeleridir. Lenin zamanında tüm Rusya'da 5 milyon insanın ölümüne neden olan bir kıtlık yaşanmıştır. Stalin zamanında, 1932-33 yılları arasında bu felaket daha geniş çapta tekrarlanmış ve sadece Ukrayna'da tam 6 milyon insan kıtlık sonucunda açlıktan can çekişerek ölmüştür. İlerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz gibi, Mao'nun Kızıl Çini'nde ve Pol Pot'un Kamboçyası'nda da milyonlarca insan kıtlık sonucunda ölmüştür.





Lenin, Darwinizm'e olan bağlılığının bir sonucu olarak, insanları bir hayvan sürüsü gibi görüyordu. Dolayısıyla yönetimi altındaki insanlara karşı en zalim yöntemleri kullanmaktan çekinmedi. 

  Kıtlığın ne olduğunu iyi düşünmek gerekir. Süpermarketlerin, fırınların, pastanelerin, restoranların dört bir yanımızda yer aldığı günümüzde, kıtlık bizler için yabancı bir kavramdır. Ve dolayısıyla kıtlık kavramını duyduğumuzda, bunu çoğunlukla "bir süre aç kalmak" olarak anlarız. Oysa Rusya, Çin, Kamboçya gibi örneklerde yaşanan kıtlık, aylar ve yıllar boyunca devam eden daimi bir aç kalma halidir. Sadece kendi yetiştirdikleri ürünlerle (tahıl veya pirinçle) beslenen köylülerin elinden tüm mahsulleri zorla toplanmıştır. Bunlar alındıktan sonra geriye yiyecek hiçbir şey kalmaz. İnsanlar önce etraftan topladıkları sebzeyi, meyveyi ve kesebilecekleri hayvanları bulup yerler. Bunlar hemen tükenir. Sonra yapraklar, otlar, ağaç kabukları kaynatılmaya başlanır. Haftalar geçtikçe bedenler zayıflar, incelir. İnsanlar sürekli açtır. Bazı insanlar kedi, köpek yakalayıp yemeye başlarlar. Bu, başka canlılara, böceklere kadar devam eder. Sonuçta acı içinde kıvranan insanlar birbiri ardına ölmeye başlar. Ölüleri gömecek takati olan kimse yoktur. Ve en sonunda kıtlığın en korkunç boyutu ortaya çıkar: Yamyamlık. İnsanlar önce ölüleri yemeye başlarlar. Sonra birbirlerine saldırmaya, birbirlerinin çocuklarını kaçırıp, kesip yemeye başlarlar. İnsanlıktan çıkar ve hayvanlaşırlar.

  Zaten komünist rejimin amacı da budur.
Bu anlatılanlar, -inanılmaz görünse de- 20. yüzyıl içinde ilk olarak Lenin'in önderliğindeki Bolşevik Rusya'da yaşanmıştır.
Bolşevikler iktidara geldikten bir süre sonra, 1918 yılı içinde, Lenin tarafından alınan bir kararla, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına yönelik bir politika başladı. Bunun en önemli sonucu ise, köylülerin tarlalarının devletleştirilmesi ve mahsullerinin ellerinden alınmasıydı. Bolşevik militanlar, Çeka polisleri, Kızılordu birlikleri, Rusya'nın dört bir yanındaki köyleri basarak, zaten çok zor koşullarda yaşayan köylülerin yegane besin kaynağı olan mahsulleri silah zoruyla toplamaya başladılar. Her çiftçi için Bolşeviklere vermesi gereken bir kota belirlenmişti, ancak bu kotayı tamamlayabilmek için çoğunun elindeki tüm mahsulü vermesi gerekiyordu. Direnmek isteyen köylüler en vahşice yöntemlerle susturuldu. Bazıları ellerindeki buğdayın hepsini kaptırmamak için mahsulün bir kısmını gizli ambarlara saklıyordu. Ancak bu gibi davranışlar, Bolşeviklerce "devrime ihanet" sayılıyor ve akıl almaz vahşetlerle cezalandırılıyordu. 14 Şubat 1922'de inceleme yapmak üzere bölgeye giden bir müfettiş, Omsk bölgesindeki uygulamaları şöyle anlatıyordu:

  "Zoralım birliklerinin haksız uygulamaları akıl almaz boyutlara ulaştı. Tutuklanan köylüler sistematik biçimde soğuk hangarlara kapatılıyor, kırbaçla dövülüyor ve ölümle tehdit ediliyor. Teslim etmeleri gereken kotanın tamamını doldurmayanlar, elleri kolları bağlanıp, çıplak bir şekilde köyün ana caddesi boyunca koşmaya zorlanıyor ve sonra da soğuk bir hangara tıkılıyor. Çok sayıda kadın bayılana kadar dövüldükten sonra çıplak olarak karda açılan çukurlara konuluyor. 23





1921 ve 22 yıllarında, Lenin'in oluşturduğu kasıtlı kıtlık sonucunda, Sovyet sınırları içinde tam 29 milyon insan açlıkla pençeleşti. Bunların 5 milyonu da açlık nedeniyle yaşamını yitirdi.
  Lenin, köylüler için belirlediği kotanın doldurulamadığını gördükçe çılgına dönüyordu. Sonunda, zoralımlara direnen bazı bölgelerdeki köylülere 1920 yılında korkunç bir ceza verdi: Bu köylülerin sadece mahsulleri değil, aynı zamanda ellerindeki tohumlar da toplanacaktı. Tohumların toplanması, köylülerin yeni mahsul üretememeleri ve mutlak kıtlıkla ölmeleri anlamına geliyordu. Nitekim öyle oldu. 1921 ve 22 yıllarında, Rusya sınırları içinde tam 29 milyon insan açlıkla pençeleşti. Bunların 5 milyon tanesi de açlık sonucunda yaşamını yitirdi.
Kıtlık dünya kamuoyu tarafından duyulduğunda, Batılı ülkeler bu felaketi hafifletebilmek için yardım kampanyaları düzenlediler ve biraz olsun felaketi hafiflettiler. Ama çok geç kalmışlardı; çünkü Bolşevikler, uyguladıkları tarım politikasının felaketini gizlemek için kıtlıkla ilgili haberlerin yayılmasını yasaklamış, böyle bir olayın varlığını da ısrarla inkar etmişlerdi. Richard Pipes, A Coincise History Of The Russian Revolution (Rus Devriminin Kısa Tarihi) adlı kitabında şöyle yazar:
1921 ilkbaharında köylüler açlık nedeniyle ot, ağaç kabuğu ve kemirgenleri yiyorlardı. Yamyamlık olayları vardı. Kısa sürede milyonlarca sefil insan yemek bulabilecekleri bir yere gitmek umuduyla en yakın tren istasyonuna koşuyordu. Bu kişilerin nakli kabul edilmedi, çünkü Moskova 1921 Temmuzu'na kadar bir felaketin varlığını inkar ediyordu. Hiçbir zaman gelmeyecek olan treni ya da onlar için kaçınılmaz olan ölümü beklediler. Şehri ziyaret edenler hiçbir hayat belirtisi görmeden gidiyorlardı, halk ya oradan gitmişti ya da evlerinde hareket edemeyecek kadar güçsüz bir şekilde yatıyorlardı. Şehir sokaklarını cesetler kirletiyordu. 24






KÖYLÜLER KITLIKTAN ÖLÜRKEN...
1920'lerin başındaki kıtlık, Bolşeviklerin köylülerin mahsulüne zorla el koymasının bir sonucuydu. Yüzbinlerce çocuk ve milyonlarca insan kıtlıktan öldü. Lenin ise yoldaşlarına kıtlığın çok yararlı olduğunu söylüyor ve "ancak bu sayede insanların Tanrı'ya olan inancını yok edebiliriz" diyordu.
  Peki bu açlık politikasının hedefi neydi? Elbette Lenin, köylülerin mahsullerini toplayarak Bolşevik rejimini ekonomik yönden güçlendirmek ve özel mülkiyeti kaldırarak komünist rüyayı gerçekleştirmek peşindeydi. Ama insanları bile bile kıtlığa sürüklemenin başka bir amacı daha vardı. Lenin, kıtlığın insan psikolojisi üzerinde tahribat oluşturacağını biliyor, bu yolla insanların Allah'a olan inançlarını yok etmeyi ve kiliseye karşı bir hareket başlatmayı hedefliyordu. Komünizmin Kara Kitabı'nda Lenin'in bu zalim düşüncesi şöyle anlatılır:
   1890 yılında, genç avukat Vladimir Ulyanov-Lenin, 1891'de açlıktan en çok etkilenen eyaletlerden birinin merkezi olan Samara'da ikamet ediyordu. Yöre aydınının, yalnızca açlara toplumsal yardım çabalarına katılmamakla kalmayıp, kesin biçimde böyle bir yardıma karşı olduğunu da açıklayan tek temsilciydi. Arkadaşlarından birinin hatırladığına göre, "Vladimir İlyiç Ulyanov, açlığın birçok olumlu yanları olduğunu açıkça ifade etmekten çekinmiyordu. Düşüncesine göre ortaya çıkacak sanayi proleteryası burjuva düzeninin kökünü kazıyacaktı. … Geri kalmış köylü ekonomisi yıkılırken, açlık bizi amacımıza yaklaştıracak ve kapitalizm sonrası aşama olan sosyalizme ulaşılacaktı. Açlık, yalnızca çara değil, Tanrı'ya olan inancı da yok edecekti..." 25





... KIZILORDU TAHILLARI YAĞMALIYORDU

Bir deri bir kemik kalan çocuklar açlıktan kıvranarak ölüyordu. Ancak Bolşevikler köylülerin tahıllarına zorla el koymaya devam ediyorlardı. Köylülerin korkuyla yer altında gizledikleri çuvallar komünist militanlar tarafından bulunup çıkarılıyor, bunları gizleyen köylüler ise işkence edilip öldürülüyordu. Yanda, 1918 yılında Kurgan bölgesinde Kızılordu'yu beslemek için halktan zorla toplanıp götürülen buğday çuvalları. 
 
  30 yıl sonra, Bolşevik hükümetin başı olan genç avukat, yine aynı düşüncedeydi: açlık, 'düşmanın başına ölümcül bir darbe indirmeye' yarayabilir ve yaramalıydı. Bu düşman, Ortodoks kilisesiydi. 26
Lenin, açlık yoluyla kitlelerin dine olan bağlılığını kıracağını, onları tepkisizleştireceğini, böylece dini kurumlara karşı planladığı saldırıyı çok daha kolay gerçekleştireceğini, 19 Mart 1922'de Politbüro üyelerine gönderdiği bir mektupta şöyle anlatıyordu:
Gerçekten de, şu anki durum onların değil, istisnai derecede bizim lehimize. Düşmanımızın başına ölümcül bir darbe indirmek ve gelecek on yıllar bakımından bizim için asli nitelikte olan mevzileri garanti altına almak için yüzde 99 şansımız var. Tüm bu aç insanın insan etiyle beslendiği, yolların yüzlerce, binlerce cesetle dolu olduğu tam da şu an, ancak kilisenin mallarına yaman, acımasız bir enerjiyle el koyabiliriz ve dolayısıyla da koymalıyız. Şimdi, yalnızca şimdi, büyük köylü kitleleri bizi destekleyebilir ya da bir avuç Kara Yüzlü ruhban ve gerici küçük burjuvaları destekleyemeyecek durumda olur... Herşey göstermektedir ki başka bir zaman amacımıza ulaşamayız, çünkü sadece açlıktan kaynaklanan ümitsizlik, kitlelerde bize karşı hoşgörülü davranışlara yol açabilir veya en azından bize karşı yansız olabilirler. 27

   Lenin uyguladığı tüm bu zulümle birlikte, komünist vahşetin ilk büyük örneğini sergiledi. Onu izleyen Stalin veya Mao gibi komünist diktatörler, başlattığı vahşeti daha da büyüteceklerdi. Lenin'in sonu ise oldukça anlamlıydı. 1922 yılından itibaren giderek yoğunlaşan bir hastalık Lenin'i yavaş yavaş felç etmeye başladı. 1923 yılının çoğunu tekerlekli sandalyede ve büyük acılar veren baş ağrılarıyla boğuşarak geçirdi. Mart 1923'de bir tür kriz geçirdi ve bu tarihten sonra düzgün konuşma yeteneğini yitirdi. Hayatının son aylarında, Lenin'i görenler dehşete kapılıyorlardı; çünkü yüzü korkunç bir ifadeye bürünmüştü ve yarı deli durumdaydı. 21 Ocak 1924'te bir beyin kanaması sonucunda öldü.

  Bolşevikler Lenin'i mumyaladılar ve çok değerli saydıkları beynini özel bir koruma altına aldılar. Moskova'daki Kızıl Meydan'da eski Yunan tapınaklarını andıran bir anıt mezara konan cesedi, uzun kuyruklar oluşturan kalabalıklar tarafından ziyaret edildi. Ziyaretçiler, cesede korkuyla bakıyorlardı.
Korkuları ilerleyen yıllarda daha da artacaktı. Çünkü Lenin'in ardından Sovyetler Birliği iktidarını ele geçiren Josef Stalin, Lenin'den bile daha zalim ve daha sadistti. Kısa sürede modern tarihin en büyük "korku imparatorluğu"nu kurdu.

STALIN NASIL KOMÜNİST OLDU?


  Stalin, 1879'da Gürcistan'daki küçük bir kasabada fakir bir ailenin çocuğu olarak doğdu. İsmi, Iosif Vissarionovich Djugashvili idi. Rusça'da "Demir Adam" anlamına gelen "Stalin" ismini, 1913'ten sonra kullanmaya başlayacaktı.





Stalin bir din adamı olarak yetiştirilmişti. Ama genç yaşlarında okuduğu bazı kitaplar, onu bir ateist ve komünist olmaya sürükledi. Bunların başında Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabı geliyordu. 

  Stalin'in annesi dindar bir kadındı. Binbir güçlükle yetiştirdiği oğlunun bir din adamı olmasını istiyordu. Bu nedenle onu Gori'deki bir Kilise okuluna yazdırdı. Burada 5 yıl boyunca öğrenim gören Stalin, okulunu bitirdiğinde, Tiflis'teki din enstitüsüne girdi ve Gregoryen Ortodoks Kilisesi'nde bir rahip olabilmek için çalışmaya başladı. Ancak tam bu sıralarda, okuduğu bazı kitaplar Stalin'in tüm dünya görüşünü değiştirdi. O zamana kadar dindar bir annenin dindar bir çocuğu olan Stalin, Allah'a ve dine olan tüm inancını yitirdi ve bir ateist oldu.
Stalin'e inancını kaybettiren kitap, Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabıydı.
  Oxford Üniversitesi'nde tarihçi Alex de Jonge, Stalin and The Shaping of the Soviet Union (Stalin ve Sovyetler Birliğinin Şekillenmesi) adlı kitabında, Stalin'in gençlik yıllarında Darwin'in önemli bir yer tuttuğunu vurgular. Jonge'a göre, Stalin'in dini bir eğitim almışken, Allah'a olan inancını yitirmesi, bunun yerine ateizmi benimsemesi, Darwin'i okumasıyla olmuştur. Stalin'in Marxizm'i benimsemesi ise bunun ardından gelmiştir. Jonge, bunun Stalin tarafından da özel sohbetlerinde sık sık vurgulanan bir gerçek olduğunu bildirmektedir. 28
İngiliz tarihçi Alan Bullock da Stalin ve Hitler'in yaşamlarını karşılaştırmalı olarak inceleyen Hitler and Stalin: Parallel Lives adlı kitabında, Stalin'in gençlik yıllarında Darwin, Auguste Comte ve Karl Marx'ın Rusça çevirilerini okuduğunu ve bunlardan etkilendiğini belirtir. 29

  Aslında bu aldanış, sadece Stalin'in değil, Rusya'daki genç ve okuyan neslin çoğunun başına gelmişti. Darwin'in, Huxley'in veya Lamarck'ın o zamanlar bilimsel sanılan hurafeleri, pek çok Rus gencinin ateist olmasına neden oluyordu. Tarihçi Orlando Figes, A People's Tragedy, A History Of The Russian Revolution (Bir Halkın Trajedisi: Rus Devriminin Tarihi) adlı kitabında, "Lenin'in gençlik çağlarında Rus aydınları arasında Darwin ve Huxley neredeyse dini bir kutsallığa sahipti" derken bunu kasteder. 30.Figes aynı eserinde, sonradan Bolşeviklere katılacak olan Semen Kanatchikov adlı genç bir işçinin evrimci propaganda sonucunda nasıl dinsizleştiğini şöyle bir örnekle anlatır:

  Genç bir işçi kendisine bir kutuyu toprakla doldurup sıcak tutunca solucan ve böceklerin oluştuğunu göstererek Tanrı'nın insanları yaratmadığını söylemişti. Zamanın sol kanadının kitapçılarında bulunan bu tip kaba bilim, Kanatchikov gibi genç işçilerin üzerinde büyük etki yapıyordu. "Şimdi eski önyargılarımdan kurtulmam beni artan bir tempoya yöneltti" diye daha sonra yazdı. "... Kiliseye artık gitmedim ve haram yiyecekleri yemeye başladım". 31






Stalin komünist kadrolara katıldıktan sonra Çar rejimi tarafından bir kaç kez tutuklandı. Üstte bu tutuklamalardan biri sırasında çekilmiş resimleri yer alıyor.
  Oysa "canlıları Allah yaratmadı, tesadüfen oluştular" iddiasının dayanağı gibi gösterilen üstteki alıntıdaki gibi örnekler, başta belirttiğimiz gibi birer hurafeydi. Toprak içindeki solucanlar ve böcekler, o zamanlar sanıldığı gibi, tesadüfen ve hiç yoktan orada oluşmuyor, daha önceden toprakta yer alan yumurtalardan çıkıyorlardı. Ancak bilim dünyası henüz "cansız maddeden asla canlılık çıkmaz" şeklindeki gerçeği fark edemediği için, bu gibi hurafeler çığ gibi büyüyor ve yarı cahil Rus gençlerini ateizme sürüklüyordu.
19. yüzyılın sonunda Rusya'da yetişen bu ateist nesil, 20. yüzyılın başında ateşli birer komünist olarak sahneye çıktılar.





Stalin, Lenin'in son dönemlerinde ona yakınlaşarak parti içinde yükselmeye çalışmıştı. Lenin'in ölümünün ardından diğer rakiplerini alt ederek Sovyetler Birliği'nin tek hakimi oldu.

  Bu ateşli komünistlerin biri Stalin'di. 1898 yılında gizli bir komünist örgüte katıldı. 1901 yılında Brdzola (Mücadele) adlı bir komünist dergide yazılar yazmaya başladı. Bu tarihten sonra, 1917 yılına kadar, Lenin'in önderliğindeki komünist hareketin aktif bir militanı oldu. 1917'deki Ekim Devrimi'nden sonra, Komünist Parti'nin en üst kademesi olan 5 kişilik Politbüro'nun üyesi seçildi. Lenin'in 1923 yılındaki hastalığıyla birlikte, Stalin parti içindeki gücünü giderek artırdı. Lenin'in ölümünden sonra da en büyük güç haline geldi. 1924'den 1929'a kadar geçen beş yıl içinde, parti içindeki tüm muhaliflerini suikast, idam veya sürgün gibi yöntemlerle tasfiye etti. Ekim Devrimi'nin mimarlarından olan Trotsky bile Stalin'in hışmına uğradı ve Sovyetler Birliği'nden sürüldü.
Stalin, iktidarını bu şekilde sağlamlaştırdıktan sonra, elini topluma attı. Lenin, Rusya'daki tüm tarım alanlarını devletleştirmeye kalkmış, ancak 1920 ve 1921'deki büyük kıtlık ve tahribat üzerine bu uygulamayı ertelemek zorunda kalmıştı. Ancak Stalin bu işi gerçekleştirmeye kararlıydı.

  "Kollektivizasyon" adı verilen bir politika uygulamaya koydu. Amacı, köylülerin tüm mallarını devletleştirmek, mahsullerine el koymak, bu mahsulleri ihraç ederek Sovyet sanayisini ve ordusunu güçlendirmek için kaynak oluşturmaktı.
Stalin kollektivizasyonu, öldürerek, işkence ederek, aç bırakarak uygulayacak ve 6 milyon insan kıtlık sonucunda kıvranarak ölürken, yurtdışına yüz binlerce ton tahıl ihraç edecekti. Stalin iktidarı, insanları, acı çektirerek eğitilmeleri gereken birer hayvan türü olarak gören materyalist-Darwinist düşüncenin vahşetini bir kez daha belgeleyecekti.

  KOLLEKTİVİZASYON VAHŞETİ


  Stalin kollektivizasyon politikasını 1929'da başlattı. Buna göre topraklar üzerindeki tüm özel mülkiyet kaldırılacak, her köylü belirli bir kotayı devlete vermek zorunda kalacak ve kendi mahsulünü satamayacaktı. Belirlenen kota yine çok yüksekti ve köylülerin bunu karşılamaları için ellerindeki herşeyi vermeleri gerekiyordu. 1920'de Lenin'in başlattığı zalimlik, tekrar ediliyordu.

  Stalin kollektivizasyonu uygulamak için en acımasız yöntemlerin uygulanmasını emretti. Direnenler öldürüldü, Sibirya'ya sürgüne gönderildi (yani uzun vadede öldürüldü) veya kıtlığa maruz bırakıldı (yani yavaş yavaş öldürüldü). Kollektivizasyona karşı—veya genel olarak komünizme karşı—direnenler "kulaklar" (zengin toprak sahipleri)'a karşı tüm ülkede bir sürek avı başlatıldı. Bu politika, Komünizmin Kara Kitabı'nda şöyle anlatılıyor:
Kollektifleştirmeye direnen kulaklar kurşuna dizildi, diğerleri çocuklar, kadınlar ve yaşlılarla birlikte sürgüne gönderildi. Şüphesiz, hepsi doğrudan öldürülmedi, ama Sibirya'nın ya da Büyük Kuzey'in tarıma elverişli olmayan bölgelerinde yapmaya zorlandıkları işler onlara fazla hayatta kalma şansı bırakmadı. Yüz binlercesi orada son nefeslerini verdi, ancak kesin ölü sayısı hala bilinmemektedir. 1932-1933 yıllarında Ukrayna'da, kırsal nüfusun zorunlu kollektifleştirmeye direnmesine bağlı olarak yaşanan büyük açlığa gelince, bir kaç ay içinde 6 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. 32

  Kulaklara uygulanan şiddet en feci işkenceleri içeriyordu. Örneğin Napolovski bölgesinde, görevliler "sorguya çekilen kolhozcuları akkor haline gelmiş bir sobanın üzerine uzanmaya zorluyor, daha sonra da onları bir hangara çırılçıplak kapatarak, 'soğutuyordu'." 33
Stalin rejimi, kendinden önceki Lenin yönetimi gibi "kulak" diye hayali bir düşman oluşturmuştu ve yok etmek istediği herkesi "kulak" olarak damgalayıp hedef alıyordu. Her şehre emirler gönderiliyor, belirli sayıda kulak yakalanması ve idam edilmesi emrediliyor ve komünistlerin sevmediği herkes kolayca "kulak" kategorisine sokuluyordu. Komünizmin Kara Kitabı'nda bu durum şöyle açıklanıyor:
Bu şartlar altında, bazı bölgelerde kulak diye tasfiye edilen köylülerin yüzde 80 ila yüzde 90 arasındaki bir bölümünün serednyak, yani orta halli köylüler olmasına şaşmamak gerekir. Yerel yetkililerin "tasfiye ettiği" kulak sayısına ulaşmak ve mümkünse bu sayıyı aşmak gerekiyordu! Yazın pazarda tohum satmak, 1925 ya da 1926'da iki ay boyunca yanında bir tarım işçisi çalıştırmak, iki semaver sahibi olmak, Eylül 1929'da "yemek ve böylece sosyalist müsadereden mal kaçırmak amacıyla", bir domuz öldürmek nedeniyle köylüler tutuklanmış ve sürgün edilmişti. Bir köylü, yalnızca kendi ürettiği ürünleri satan yoksul bir köylü olduğu halde, "ticarete başladığı" bahanesiyle tutuklanıyordu; bir başkası, amcasının Çarlık ordusu subayı olması bahane edilerek sürülüyor, bir diğeri "kiliseye sık sık gitmesi" nedeniyle kulak olarak damgalanıyordu. Fakat daha çok, kollektifleştirmeye açıkça karşı çıkanlar kulak olarak mimleniyordu. Kulak sınıfını yok etmekle görevli müfrezeler içerisinde öyle bir karışıklık yaşanıyordu ki, kimi zaman saçmalığın doruklarına ulaşıyordu. Sözgelişi, bir örnek vermek gerekirse: Ukrayna'nın bir kasabasında, kulak sınıfını tasfiye etmekle görevli bir tugaya mensup bir serednyak, kasabanın diğer ucundaki bir başka tugayın temsilcileri tarafından kulak diye tutuklanmıştı. 34
"Kulak" olarak damgalanıp katledilen insanların arasında, din adamları başta geliyordu. Öyleki, "1930'da 13.000'den fazla din adamı "kulak" diye tasfiye edildi. Birçok köy ve kasabada kollektifleştirme, sembolik olarak kilisenin kapatılmasıyla, kulak sınıfının tasfiyesi de papazla başladı." 35
Kollektivizasyonun iki büyük sonucu oldu: Kıtlık ve sürgün.


STALIN YAPIMI KITLIK








Stalin'in kasıtlı kıtlık politikası sonucunda açlık yaşayan ve bacakları adeta birer çöpe dönüşmüş bir Rus çocuğu 
  Stalin, aynı Lenin gibi, kollektivizasyonu topluma karşı bir silah olarak kullanmak niyetindeydi. İstediği bölgeden istediği kadar tahıl toplayabilir ve böylece istediği bölgedeki insanları açlıktan öldürebilirdi. Nitekim öyle yaptı. Komünist rejime karşı direnen Ukrayna, kollektivizasyon yoluyla hedef alındı. Tarihin en büyük "insan yapımı kıtlığı" bu bölgede yaşandı ve toplam 6 milyon insan açlıktan öldü.

  Olayların gelişimi ilginçti. Önce, 1931'de devlet genel kollektivizasyon politikası gereği, yılda toplam 18 milyon ton mahsul alan Ukrayna'dan 7.7 milyon ton tahıl talep etti. Bu, zaten çok zor hayatta kalan köylüleri neredeyse açlıktan ölecek oranlara getirdi. Bunun üzerine Ukrayna köylüleri Stalin'in birliklerine direnmeye çalıştılar. Ama bu durum, Stalin'i daha da acımasızlaştırdı. 1932 Temmuzu'nda tüm Ukrayna için ölüm emri verdi. Daha önceki kotaya ilave olarak, 7.7 milyon ton tahıl daha istedi. Milyonlarca kişi açlıkla ölüme mahkum olmuştu. The Russian Century: A History of the Last Hundred Years (Rus Asrı: Son 100 Senenin Tarihi) adlı kitapta, bu politikanın sonuçları şöyle anlatılıyor:

  Resmi komünist birlikler silahlı bir şekilde Ukrayna'yı sardılar. Kurbanlardan biri "evleri, kilerleri, kulübeleri araştırdılar" diyordu. "Sonra dışarı çıkıp ambarı, kümesleri araştırdılar." Tarlalarda gözlem evleri kuruldu. Burada silahlı gardiyanlar mısırları didikleyenlere bakıyorlardı; yakalananlar en az on yıl hapis cezası alıyorlardı, bazıları ise vuruluyordu. Bir Kharkov mahkemesinde bir ayda 150 ölüm kararı verildi; bir kadına kocasının açlıktan ölmesinden sonra kendi arsasından 100 mısır başağı kesti diye on yıl hapis cezası verildi.





Stalin'in Ukrayna'da oluşturduğu kıtlık sonucunda 6 milyon insan öldü. Üstte kıtlık sırasında açlıktan kıvranan bir anne ve çocuğu. Altta ise kıtlık sonucunda ölmüş küçük çocuklar.
Kalan tavuklar ve domuzlar da 1932 kışının başlarında yendi. Sonra köpekler ve kediler bitti. Vasily Grossman "Onları yakalamak zordu. Hayvanlar artık insanlardan korkuyorlardı ve gözleri kocaman açılmıştı. İnsanlar onları kaynatıyorlardı" diye yazıyordu. 1932'nin sonuna gelindiğinde Moskova'ya yalnızca 4.7 milyon ton tahıl verilebilmişti. Yeni bir zorla toplama kampanyası ilan edildi. Meteoroloji uzmanları tahılın zarar görmesine neden olan yanlış hava raporları verdikleri için tutuklandılar. Veterinerler, çiftlik hayvanlarını sabote ettikleri nedeniyle vuruluyorlardı. Tarım uzmanları "kulak" olmakla suçlanıyordu ve Sibirya'ya sürülüyorlardı.
1933'de karlar eridiğinde toplu açlıklar başladı. İnsanlar fare, karınca ve solucanları yiyorlardı. Kara hindi bağı ve ısırgan otundan çorba yapıyorlardı. The New York Evening Journal Kiev'den 20 mil uzaktaki bir köyü ziyaret etti. "Kulübelerin birinde pislik gibi bir şey pişiriyorlardı. Tencerede kemikler, deri ve çizmeye benzer bir şey vardı. İnsanlar köylerini terk ediyorlardı. Tren yolunun kenarında diz üstü çökmüş, arabaların pencerelerinden ekmek dileniyorlardı. Kiev'de arabalar geceleyin ölenlerin cesetlerini toplayarak dolaşıyordu. Çocuklar ölü kuşa benzeyen ince uzun yüzlere sahiptiler."
Görevliler hala tahıl araştırıyorlardı; kazanlarında patates buldukları anneleri vuruyorlardı. Şişmiş bir vücutla açlık çektiğini göstermeyen kişileri besin kaynaklarını göstermeleri için vuruyorlardı. "Tarihsel bir zorunluluğu ortaya çıkarıyoruz. Devrimsel görevimizi yerine getiriyoruz. Sosyalist ülkemiz için tahıl elde ediyoruz" diyorlardı. "Göbekleri şişmiş, gözleri ölü gibi maviye dönüşmüş kadınlar çocuklar gördüm. Ve cesetler... köylülerin kulübelerinde, eski Volga'nın eriyen karlarında, Kharlov köprüsünün altında cesetler gördüm" diye yazıyordu görevlilerden Lev Kopolev...
 

   Diplomatik raporlar ve yabancı ilgililerle kıtlık haberi Batı'ya ulaştı. Vienna başpiskoposluğu altında uluslararası bir komite geliştirildi. Ancak Sovyet hükümeti herhangi bir kıtlık olduğunu inkar edince hiçbir şey yapamadılar. 36

STALIN'İN YALANI...

  Bu vahşet görüntüleri, Rus yazar Mihail Şolohov'u etkilemiş ve Şolohov Stalin'e bir mektup yazarak bu zulmün sona ermesini talep etmişti. Oysa Stalin tüm bunları kasten yaptırıyordu:
1933 Nisanı'nda, yazar Mihail Şolohov, Kuban'ın bir kasabasından geçerken, Stalin'e iki mektup yazdı. Mektuplarında, yerel yetkililerin, açlığa mahkum edilen kolhozcuların tüm rezervlerine işkenceyle nasıl el koyduğunu ayrıntılı bir biçimde anlatıyor, birinci sekreterden (Stalin'den) bir yiyecek yardımı göndermesini istiyordu. Yazara cevabında Stalin, tutumunu hiç saklamadan dile getiriyordu: Köylüler, "grev ve sabotaj yaptıkları" için, "Sovyet iktidarını çökertme savaşına girdikleri, kıyasıya bir savaş sürdürdükleri" için, cezalandırılıyordu. 1933 yılı içerisinde, milyonlarca köylü açlıktan ölürken Sovyet hükümeti, "sanayileşmenin ihtiyaçları" için yurtdışına 18 milyon kental buğday ihraç etmeyi sürdürüyordu.37





...VE STALIN'İN GERÇEĞİ
Komünizmin önemli bir özelliği, resmen üretilen ve yayılan yalanlara dayalı bir sistem olmasıdır. Sovyetler Birliği'nde Stalin yapımı kıtlık nedeniyle 6 milyon insan açlıktan ölmüş, yüzbinlerce çocuk bu felaketin hedefi olmuştur. Bu fotoğraf, Stalin döneminde Rus çocuklarına reva görülen "yaşam standardı"nı belgelemektedir. Ancak propaganda posterlerinde, Stalin kendisini bakımlı ve mutlu çocuklar tarafından çiçekler hediye edilen müşfik bir yönetici olarak göstermiştir. 
   6 milyon erkek, kadın, yaşlı, çocuk ve bebeğin ölümüne neden olan kıtlık, Sovyet topraklarında yeterince tahıl yetişmediği için değil, komünist partinin emelleri öyle gerektirdiği için gerçekleşen bir kıtlıktı. Yani tamamen "insan eliyle yapılmış bir kıtlık", bir kitle katliamıydı. Stalin, kıtlığın Batılı ülkeler tarafından duyulmamasını istiyordu; çünkü düzenlenebilecek yardım kampanyalarının Ukrayna için belirlediği cezayı hafifleteceğini düşünüyordu. Tarihçi Dana Dalrymple, Soviet Studies adlı süreli yayında, bu konuda şu yorumu yapmaktadır:
Sovyetler Birliği resmi olarak hiçbir zaman kıtlığın olduğunu kabul etmemiştir. Sovyetler Birliği üzerindeki Amerikan ve İngiliz çalışmaları ara sıra Ukrayna'da bir kıtlıktan bahseder, ama genellikle bir iki detaydan başka bir şey söylemez. Oysa Sovyetler Birliğinde daha önce olan kıtlıklar hükümet tarafından bilinmektedir ve her tarafta çok iyi kayıtlara sahiptir. Fark nedir? Cevap: 1932-34 kıtlığı, geçmiştekilerden farklı olarak insan eliyle yapılan bir felaket olarak gözüküyor. 38
Kollektivizasyon sonucunda, Ukrayna köylüleri en az 4 milyon ölüyle en ağır kaybı verdi. Kazakistan'da yine aynı uygulama sonucunda bir milyon insan öldü. Kuzey Kafkasya'da ve Kara Topraklar'da da ölü sayısı bir milyondu. Stalin, tek bir emirle 6 milyon insanı ölüme göndermişti.


SÜRGÜNLAR VE ÇALIŞMA KAMPLARI


  Stalin, komünizme direnen Ukraynalıları kıtlık yoluyla öldürürken, diğer pek çok halkı da sürgüne göndererek katletti. "Sürgün" adı altında yapılan bu uygulamalar, milyonlarca insanın hayatına mal oldu. Başta Kırım Türkler'i olmak üzere, Sovyetler Birliği içindeki pek çok azınlık, bir gecede evlerinden silah zoruyla söküldüler ve binlerce kilometre uzaklardaki ölüm tarlalarına gönderildiler. Sadece yolda ölenlerin sayısı yüz binleri bulmaktadır.
Bir komünist parti görevlisinin bu sürgünler hakkında kaleme aldığı aşağıdaki notlar, sürgünün Sovyet dilinde "toplu cinayet" anlamına geldiğini göstermektedir:
29 ve 30 Nisan 1933'te, Moskova ve Leningrad'dan trenle bize iki konvoy sınıfsızlaştırılmış unsur gönderildi. Konvoylar, Tomsk'a gelince mavnalara yüklenerek biri 18 Mayıs'ta, diğeri 26 Mayıs'ta, Obi ve Nazina ırmaklarının koylarındaki Nazino Adası'na götürüldü. Birinci konvoyda 5070, ikincisinde 1044 kişi olmak üzere, toplam 6114 sürgün vardı. Taşıma şartları korkunçtu: yiyecek çok az ve çok kötü; yer kapasitesi ve solunacak hava yetersiz; en zayıflara musallat olan hastalıklar… Sonuç: günde, ortalama 35-40 kişilik bir ölüm oranı. Bununla birlikte, bu koşullar, mahkumları Nazino Adası'da bekleyenlerle karşılaştırıldığında gerçekten lüks sayılırdı. Nazino Adası, üzerindeki tek bir ev bile bulunmayan tamamen bakir bir yer… Yiyecek, tohum, alet yok. Yeni yaşam böylece başladı. İlk konvoyun gelişinin ertesi günü, 19 Mayıs'ta, kar yağmaya başladı, rüzgar sertleşti. Acıkmış, zayıflamış, başlarında dam, ellerinde alet… bulunmayan mahkumlar, kendilerini çaresiz bir durumla karşı karşıya buldu. Soğuktan korunabilmek için, sadece ateş yakabiliyorlardı. Yavaş yavaş ölmeye başladılar… ilk gün, 295 ceset gömüldü… Sürgünlerin adaya gönderilmesinin ancak dördüncü ya da beşinci günü, yetkililer gemiyle kişi başına yalnızca birkaç yüz gram düşen un gönderdi. Bu acınacak kadar az olan tayınlarını alanlar, kıyıya koşuyor ve şapkalarında, pantolonlarında ya da ceketlerinde, bu unun birazını sulandırmaya çalışıyordu. Fakat, çoğunluğu unu olduğu gibi yutmaya çalışıyor ve çoğunlukla da boğularak ölüyordu. Adada geçirdikleri günler boyunca mahkumlar, azıcık bir undan başka bir şey alamadı. En beceriklileri, peksimet pişirmeye çalıştı, ancak ellerinde hiç kap yoktu… Kısa zamanda, yamyamlık olayları belirdi… 39

  Robert Conquest The Harvest of Sorrow (Hüzün Hasadı) adlı kitabında, Stalin dönemi sürgünlerini şöyle anlatır: 15 yaşına kadar olan çocukların yüzde 20'si, genellikle de küçük çocuklar sürgün sırasında öldü. Özellikle de 1940'larda azınlık milliyetlerin toplu sürgünlerinde bu durum yaşandı. Tabii ki sürülenler içerisinde çok farklı fiziki duruma sahip olanlar vardı, mesela hamileler. Sürgün treninde doğum yapan bir annenin bebeği öldüğünde askerler onu hareket halindeki trenden aşağı atardı. Bu sürgünler varacakları yere nadiren varabilirlerdi. Genellikle bölgesel kasabalarda kalırlardı…





STALIN'İN ÖLÜM KAMPLARI
Komünist parti politikasına karşı en ufak bir direniş gösterenler, "gulag" olarak adlandırılan çalışma kamplarına gönderildiler. Kamplarda tutsaklar ölesiye çalıştırılıyordu. Resimler, gulaglarda çekilmiş bazı görüntülerdir.

  Archangel'de tüm kiliseler kapatılmış ve sürgünler için hapishane olarak kullanılıyordu. Köylüler yıkanamıyordu ve vücutları çeşitli yaralar ile doluydu. Kasabada yardım için yalvarıyorlardı. Ancak halk onlara yardım edilmemesi konusunda kesin emir almıştı. Hatta ölüleri bile toplanamıyordu. Kasaba sakinleri, korku içinde kendilerini hapsediyorlardı. Vologda şehrinde de 47 kilise tamamen sürgünlerle doluydu.  40
Sürgünlerin yanında kullanılan bir diğer kitle katliam yöntemi ise çalışma kamplarıydı. Daha önce de belirttiğimiz gibi Rusça'da "gulag" adı verilen toplama kampları, genellikle Sibirya gibi öldürücü şartların hakim olduğu bölgelerde kuruldu. Sovyet yönetimine karşı olduğu düşünülen milyonlarca insan tutuklanarak gulaglara gönderildi. 1928 ve 1953 yılları arasında (Stalin döneminde) gulaglara toplam 30 milyonun üzerinde insanın gönderildiği hesaplanmaktadır. Bunların üçte ikisinden fazlası, yani en az 20 milyon insan bu kamplarda hayatını yitirmiştir. Açlık sınırında yaşatılan ve günde 14-16 saat çalıştırılan tutuklular, kamp gardiyanları tarafından basit bahanelerle idam edilmiştir. Bazı tutuklular kasten aç bırakılarak açlıktan ölmüş, bazıları yetersiz beslenme ve korkunç yaşam şartları nedeniyle bedensel olarak çökerek can vermiştir. Paramparça ve son derece ince kıyafetlerle Sibirya soğuğunda çalıştırılan pek çok tutuklu da donarak ölmüştür. Gulag mahkumlarının donma yüzünden, önce el ve ayak parmaklarının düştüğü, kulak veya burunlarının "kırılarak" koptuğu, bu şekilde yüz binlerce insanın acı çekerek öldüğü, bilinen gerçeklerdir. Ünlü Rus Yazar Aleksandr Solzhenitsyn The Gulag Archipelago, 1918-1956 (Gulag Takımadaları, 1918-1956) adlı kitabında bunun benzeri dehşet örneklerini anlatmaktadır.

DOĞU BLOKU'NDA KIZIL TERÖR


  Stalin 1953 yılında öldü. Lenin'in başlattığı ve Stalin'in genişleterek sürdürdüğü terör, on milyonlarca insanı katletmiş, onlarca farklı halkı acı ve işkenceye uğratmıştı. Komünizmin Kara Kitabı'nda Lenin ve Stalin dönemindeki komünist vahşetlerin genel bilançosu ana hatlarıyla şöyle verilir:
Yargılamadan hapsedilen on binlerce rehine ya da insanın kurşuna dizilmesi ve 1918-1922 yılları arasında ayaklanan yüz binlerce işçi ve köylünün katledilmesi;
5 milyon insanın ölümüne yol açan 1922 açlığı;
1920'de Don Kazakları'nın ortadan kaldırılması ve sürgüne gönderilmesi;
1918-1930 yılları arasında on binlerce insanın toplama kamplarında öldürülmesi;
1937-1938 yıllarındaki Büyük Temizlik sırasında 690 000'e yakın insanın ortadan kaldırması;
1930-1932 yılları arasında 2 milyon "kulak"ın (yada kulak oldukları iddia edilen kişilerin) sürgüne gönderilmesi;
1932-1933 yıllarında 6 milyon Ukraynalının kasıtlı olarak yaratılan açlıktan kırılmasına seyirci kalınması;
Önce 1939-1941 yılları arasında, ardından da 1944-1945 yıllarında yüz binlerce Polonyalı, Ukraynalı, Baltıklı, Moldavyalı ve Besarabyalının sürgüne gönderilmesi;
1941'de Volga Almanlarının sürgüne gönderilmesi;
1944'te Kırım Tatarlarının sürgüne gönderilmesi ve çaresizliğe terk edilmeleri;
1944'te İnguşların sürgüne gönderilmesi ve çaresizliğe terk edilmeleri. 41





TOPLUMA KORKU MESAJI:
TOPLU İDAMLAR

Stalin döneminde infazlar bazen toplum önünde gerçekleştirilir ve böylece halka korku mesajı verilirdi. Bu resimdeki rejim muhalifleri, 1946 yılında Sovyet gizli servisi tarafından bu amaçla bir meydanda asılmışlardı.

  Stalin'in ölümünden sonra Sovyet rejimi, kısıtlı da olsa bir yumuşama sürecine girdi. Ancak Stalin döneminde kurulan "korku imparatorluğu", yine korku üzerine kurulu olarak toplumu yönetmeye devam etti. Sovyetler Birliği'ne ve genel olarak tüm komünist toplumlara hakim olan bu korku düzenini bir sonraki bölümde daha detaylı olarak ele alacağız.
Sovyet terörü, sadece kendi halkıyla sınırlı kalmadı. Sovyetler Birliği, II. Dünya Savaşı ile birlikte Doğu Avrupa'ya da yayıldı. Savaş bittiğinde Doğu Avrupa ülkelerinin önemli bir bölümü Sovyet etki alanında kalmıştı. Moskova bir kaç yıl içinde çeşitli siyasi komplolar ve manevralarla bu ülkelerin hepsini kendi egemenliği altına aldı. Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Doğu Almanya gibi Avrupa ülkeleri, Stalin'in kanlı rejiminin pençesine düştüler.
Kızıl vahşet, bu ülkelerdeki insanlara da adeta cehennem hayatı yaşatmaya başladı. Rejim muhalifleri bir bir tutuklanmaya, işkence görmeye, idam edilmeye başlandılar. Kısa sürede tüm toplumda korku ve dehşet hakim oldu. Komünist rejimin düşüşünden sonra, 1990'lı yılların başında çevrilen bir Bulgar belgeselinde, bir kadın 1944 sonbaharında başından geçen bir olayı şöyle anlatıyordu:
Babamın ilk tutuklanışından sonra, ertesi gün öğlene doğru eve bir polis geldi ve anneme öğleden sonra saat 5'te 10 numaralı polis karakoluna gelmesini bildiren bir celp verdi. Neden sonra annem giyindi-güzel bir kadındı ve çok iyi kalpli bir insandı-ve çıktı. Biz üç çocuk onu bekledik, bekledik. Sabaha karşı yarımda döndü, rengi kireç gibi bembeyaz, giysileri yırtık pırtıktı. Girer girmez de sobanın yanına gitti, sobanın levhalarını kaldırdı, soyunmaya başladı ve üzerinden çıkanların hepsini yaktı. Sonra banyo yaptı, ancak bundan sonradır ki bizi kolları arasına aldı. Uyuduk. Ertesi gün ilk kez intihar girişiminde bulundu, daha sonra da iki kere kendini zehirledi. Hala yaşıyor, onunla ilgileniyorum… Akıl hastası. Ona yapılanları hiçbir zaman öğrenemedik. 42

  Tutuklananlara yapılanlar, korkunç şeylerdi. Komünizmin Kara Kitabı'nda, Romanya'daki komünist Nikolay Çavuşesku rejimi tarafından başlatılan işkence uygulamaları hakkında şu bilgiler veriliyor:
Çekoslovakya'yla birlikte Romanya da, Orta ve Güneydoğu Avrupa da baskı sistemine yenilikler kattı: Asyalı komünistler tarafından kullanılan, "beyin yıkama" yoluyla "yeniden eğitim" yöntemini büyük bir ihtimalle Avrupa kıtasında ilk uygulayan ülke oldu; hatta bu yöntemi daha da mükemmelleştirdi. Girişimin şeytani amacı mahkumların birbirine işkence yapmasını sağlamaktı. Bu icat, 1930'lu yıllarda Bükreş'e yüz kilometrelik bir mesafede kurulmuş olan görece modern bir cezaevi olan Pipeşti'de uygulandı. Konuya ilişkin deneyler, Aralık 1949'da başladı ve üç yıl kadar sürdü... Amaç, bedensel ve manevi işkence ile, komünist öğretinin öğretilmesini birleştirerek, siyasi tutukluları yeniden eğitmekti. 43

  Bu işkencelerde özellikle tutukluların dini inancını yok etmek hedefleniyordu. Yapılan canice işkence sonucunda, tutuklulardan Allah'ın varlığını inkar etmeleri isteniyordu:
Rumen siyasi polisi Securitate sorgulamalar sırasında dayak atma, falaka ve baş aşağı ayaklarından asma gibi 'klasik' işkence yöntemlerini kullandı. Piteşti'de işkencedeki acımasızlık, bu yöntemlerin çok daha ötesine geçti: 'Mümkün olan ve olmayan her türlü işkence biçimi uygulandı. Vücutların değişik bölgelerinde sigara yanıkları vardı; mahkumların kalçalarındaki dokular ölmüştü, etleri cüzzamlılarınki gibi dökülüyordu; dışkı yemeye zorlanıyor, kustukları zaman da kusmukları tekrar ağızlarına sokuluyordu.
Turcanu'nun şeytani hayal gücü, özellikle Tanrı'yı inkar etmeyi kabullenmeyen din okulu öğrencilerini hedef alıyordu. Bazıları, her sabah şu şekilde 'vaftiz' ediliyordu: kafaları idrar ve dışkı dolu bir oturağa sokulurken, diğer mahkumlar da etraflarında ilahi söylüyordu. Kurban boğulmasın diye arada sırada başı dışarı çıkarılıyor ve kısaca nefes almasına izin verildikten sonra tekrar oturağa sokuluyordu.

  Birinci aşamanın adı "dış maskeyi çıkarmak"tı: mahkum soruşturmada sakladığı bilgiyi, özellikle özgürlük günlerinde arkadaşlarıyla arasındaki bağları itiraf ederek, dürüstlüğünü ispat etmeliydi. İkinci aşama olan "iç maskeyi çıkarma" ise, mahkumun hapishanede kendine yardım edenlerin açıklamasıyla sürüyordu. Üçüncü aşama, "ahlaki maskeyi çıkarma" sırasında, mahkumdan bugüne kadar kutsal saydığı herşeye küfretmesi isteniyordu. Son olarak dördüncü aşamada, ODCC'ye katılmak için, en iyi arkadaşına kendi elleriyle işkence ederek onu "yeniden eğitmesi" gerekiyordu. 44

  Bu gibi işkenceler Doğu Bloku'ndaki tüm ülkelerde uygulandı. Komünizmin gözü dönmüş caniliği ve dine olan azgın nefreti, tarihin en korkunç işkence rejimlerini ortaya çıkardı. İnsanları birer hayvan olarak gören, bu sözde "hayvanların" yola getirilmesi için daimi bir şiddet, işkence ve korkunun gerekli olduğunu kabul eden Darwinist-materyalist felsefe, komünist rejimlerin zindanlarında feci işkencelere dönüştü.

  İşte bu sebeplerle Darwinizm'i bir tehlike olarak görmeyenler ya da zararsız bir teori gibi düşünenler bu kitapta yazılanları çok iyi okumalıdır. Çünkü Darwinist-komünist ideolojinin nihai hedefi budur: İnsanları birbirine kırdırmak ve yok etmek, onları her türlü ahlaki değerden ve manevi güzelliklerden uzaklaştırarak hayvanlaştırmak ve bu yolla insan topluluklarını rahatça yönlendirilebilen "hayvan sürülerine" çevirmek... Bunu hangi ideoloji adı altında yaparlarsa yapsınlar hedef tektir. Tarih de buna şahitlik etmektedir.

KÜBA'DAKİ KARANLIK


  Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği'nin yardımıyla ayakta duran komünist rejimlerin bir diğeri, Küba'daki Castro diktasıdır. Fidel Castro'nun önderliğinde ve Arjantinli gerilla lideri Che Guevara'nın desteğinde gelişen gerilla hareketi, 1959 yılında Küba'da iktidarı ele geçirmiştir. Sovyetler Birliği'nden gelen siyasi ve askeri destekle gelişmiş ve Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bile ayakta kalmayı başarmıştır.

  Küba'daki ve genel olarak Latin Amerika'daki komünist hareket, çoğunlukla romantik bir havada yansıtılır. Özellikle Che Guevara'nın gerilla mücadelesi, adeta bir "kahramanlık öyküsü" gibi gösterilir. Komünizme özenen pek çok gencin elinde Che posterleri ve dillerinde Latin Amerika kökenli komünist melodiler dolaşır. Buna bakılırsa, Küba'daki komünist devrim, Küba halkını zulüm ve işkenceden kurtarmış bir "kurtuluş mücadelesi"dir.





Fidel Castro-Che Guevara ikilisinin Küba'da gerçekleştirdiği komünist devrim, genelde romantik bir atmosfer içinde sunulur ve sanki bir kahramanlık öyküsü gibi anlatılır. Oysa komünizm Küba'ya sadece sefalet ve korkunç işkenceler getirmiştir. 

  Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Oluşturulan "Che" ve "Fidel" efsanelerinin romantik perdesi aralanırsa, ardından Küba'daki komünist diktanın karanlık yüzü çıkar. Komünizmin Kara Kitabı'nda, komünist Küba'nın çalışma kampları ve hapishaneleri şöyle anlatılmaktadır:
Çalışma koşulları çok sertti, mahkumlar neredeyse çırılçıplak dolaştırılıyor, yalnızca bir don giymelerine izin veriliyordu. Huysuzluk edenlere dişleriyle ot toplama cezası, çok ileri gidenlere de saatlerce tuvalet çukurlarında kalma cezası veriliyordu. Şiddet uygulamaları siyasî mahkumları hedef aldığı gibi, adi suçluları da hedef alıyordu. Şiddet, soruşturmayla yükümlü bölüm Departamento Tecnico de Investigaciones'in (DTI) yürüttüğü sorgulamalarla başlıyordu. DTI mahkumları korkularıyla başbaşa bırakılıyordu: böceklerden korkan bir kadın hamamböceği dolu bir hücreye kapatılırdı. DTI şiddet uygulamalarında bedensel baskılara da başvururdu: mahkumlar ayaklarındaki kurşun ağırlıklarla merdivenleri çıkmaya zorlanır, sonra da aşağıya itilirdi. Bedensel işkencelere, sıklıkla ilaçlar yardımıyla yapılan psikolojik işkenceler de ekleniyordu; gardiyanlar mahkumları uyanık tutmak için penthotal ve benzeri uyuşturucular kullanıyordu. Mazzoza Hastanesi'nde baskı uygulamak amacıyla, hiçbir sınırlama yapmadan elektroşok uygulanıyordu. Gardiyanlar bekçi köpekleriyle dolaşır, sürekli idam planları yapardı; mahkumların kapatıldığı disiplin hücrelerinde ne su bulunurdu ne de elektrik; amaç, mahkuma bir tecrit odası içinde kişiliğini unutturmaktı...

  Yakınların ziyaretleri, gardiyanlara mahkumları küçük düşürme fırsatı veriyordu. Cabana'da mahkumlar ailelerinin önüne çıplak çıkmak zorunda bırakılıyordu. Erkek mahkumlar eşlerinin mahrem yerlerinin aranmasını izlemek zorunda bırakılıyordu. Küba cezaevlerinde kadınların durumu büsbütün felaketti, çünkü savunmasız bir biçimde gardiyanların sadist işkencelerine hedef oluyorlardı. 1959'dan sonra 1100'den fazla kadın, siyasî nedenlerle tutuklandı. Bunlar 1963'te Guanajay Cezaevine kapatıldı. Birçok tanık dayak ve küçük düşürme yöntemlerine sıkça başvuru olduğunu söylüyor. Bir örnek verecek olursak, kadın mahkumlar yıkanmak üzere duşlara gitmeden önce gardiyanların önünde soyunmak zorunda kalıyordu, gardiyanlar da onları nedensiz yere dövüyordu. 45

  Küba'da devrim sonrasında yaklaşık 10 bin kişi idam edildi. 30 bini aşkın insan ise üstte anlatılan koşullarda hapsedildi. Komünist rejim, başka her yere olduğu gibi, Küba'ya da acı, işkence ve korku getirdi. Dahası Küba halkı giderek daha da fakirleşti.

AFGANİSTAN'DA SOVYET KATLİAMLARI

  Marxist-Leninist Bolşevik ideolojisinin ve Sovyet Rusya'nın vahşet bilançosunu incelerken, Sovyetler Birliği tarafından işgal edilen ülkeleri de gözönünde bulundurmak gerekir. Bu ülkelerin içinde en çok zulme maruz kalan ise Afganistan'dır.
Afganistan'da 1978 yılında ordudaki komünist generallerin ve bazı komünist sivillerin organize ettiği bir darbe gerçekleşti. Darbeciler ülkeyi komünist bir rejimle yöneteceklerini ilan ettiler. Dahası, dine karşı zalim bir savaş başlattılar. Bu politika konuyla ilgili bir kitapta şöyle anlatılıyor:

  Kısa bir süre sonra komünist hükümet din karşıtı bir kampanya başlattı. Kuran halka açık meydanlarda yakıldı. Dini yetkililer (imamlar) tutuklandı ve öldürüldü. Şii nüfus içinde çok etkili bir dinî grup olan Müceddedîler Aşireti'nden bir gecede, 6 Ocak 1979'da, aynı soydan gelen 130 erkek katledildi. Her din, her mezhep için dini ibadet yasaklanmıştı. 46
Afgan komünistler aslında Sovyetler Birliği'nin paralı birer maşasından başka bir şey değildiler. Moskova'dan gelen "danışman"ların direktifleriyle hareket ediyor, onların gösterdiği şekilde kendi halklarına karşı kitle katliamları gerçekleştiriyorlardı. İktidarda kaldıkları kısa zaman zarfında, büyük bir terör uyguladılar:

  1979 Martı'nda Kerala köyü... 1700 yetişkin ve çocuk, köydeki erkek nüfusun tamamı meydana toplandı ve yakından nişan alınarak otomatik silahlarla tarandı; ölüler ve yaralılar bir buldozer yardımıyla üç ayrı çukura üst üste gömüldü. Kadınlar korku dolu gözlerle, uzun dakikalar boyunca kapanan çukurların oluşturduğu tepeciklerin sarsıldığını gördü: Diri diri gömülenler dışarı çıkmaya çalışıyordu. Sonra sarsıntılar kesildi. Anaların ve dulların hepsi Pakistan'a gitti. 47





Kızılordu 1979 yılında işgal ettiği Afganistan'da çocuk-kadın ayrımı yapmaksızın vahşi bir soykırım yürüttü. Üstte, 1984 yılında Moskova'da sözde "zafer yürüyüşü" yapan Kızılordu birlikleri.
Terör Kabil kentini de sarmıştı. Kentin doğusunda bulunan Pole Çarkı Cezaevi, toplama kampına dönüştürüldü. Cezaevi Müdürü Seyid Abdullah mahkumlara şöyle bir açıklama yaptı: "Sizler çöp haline getirilmek için buradasınız." İşkence en geçerli yöntemdi. Cezaevinin en büyük cezası, diri diri lağım çukuruna atılmaktı. Bir gecede onlarca mahkum yüzlerce nedenle idam edilirdi; cesetler ve can çekişen bedenler buldozerler yardımıyla üst üste gömülürdü. Stalin'in cezalı halklar için uyguladığı yöntem yeniden kullanılmaya başlandı. 15 Ağustos 1979'da Hezarelerden 300 kişi direnişe destek verdikleri gerekçesiyle tutuklandı; 150'si buldozerler yardımıyla diri diri gömüldü, öteki 150'si benzine bulanarak canlı canlı yakıldı. 1979 Eylülü'nde cezaevi yönetimi 12 000 mahkumun öldürüldüğünü kabul etti. Pole Çarkı Cezaevi'nin müdürü duymak isteyenlere şöyle diyordu: "Yalnızca bir milyon Afganlıyı sağ bırakacağız, sosyalizmi kurmak için bu kadar adam yeter." 48

  Tüm bunlar, Moskova'dan yönetilen uygulamalardı. Gerçekte Afganistan'daki tüm iç karışıklık, Sovyetler Birliği'nin önceden planladığı bir gelişmeydi. Moskova, Afganistan'daki komünistlere darbe yaptırmayı, sonra da bu sözde "demokratik" rejimi korumak bahanesiyle ülkeyi işgal etmeyi önceden kararlaştırmıştı. Moskova'yı bu plana iten neden ise, bugün pek çok siyasi tarihçinin kabul ettiği üzere, o dönemde İslam'ın komünistler tarafından bir tehlike olarak görülmesi idi.

  Sonunda komünist Afgan rejimine karşı Müslüman mücahitlerin düzenlediği direnişi bahane eden Kızılordu, 27 Aralık 1979'da Afganistan'ı işgal etti. Bu işgalle birlikte Afgan halkına karşı uygulanan vahşetin de çapı büyümüş oldu.
Kızılordu, Afganistan'ı 1979 yılında işgal etti ve tam 10 yıl bu ülkede işgalci bir güç olarak kaldı. Mücahit grupların Kızılordu'ya karşı başlattığı haklı direnişi ise, en zalim ve acımasız yöntemlerle bastırmaya çalıştı. Bir Afgan direnişçi, Kızılordu'nun yöntemlerini şöyle anlatıyordu:

  Sovyetler bir eve saldırdılar mı, o evdeki kadınları öldüresiye döver, onlara tecavüz ederdi. Ne yazık kî bu barbarlık içgüdüsel olarak değil, programlanmış olarak gerçekleşiyordu; böyle eylemler yaparak toplumumuzun temellerini yıkıyorlar ve bunu çok iyi biliyorlardı. 49
Kızılordu Afgan Müslümanlara karşı en alçakça yöntemleri kullandı: Afgan çocuklarının oyuncak sanarak ellerine almalarını sağlamak için "oyuncak şekilli mayınlar" yapılıyor, yakalanan mücahitlere korkunç işkenceler yapılıyor, sivil halk tereddütsüz bombalanıyordu. 10 yıl süren Kızılordu işgalinin sonunda, on binlerce ölü, bir o kadar da sakat geride kaldı. Bugün Afganistan, dünyanın en çok takma kol ve bacak imal edilen ülkesi. Çünkü Kızılordu'nun mayınları on binlerce Afgan gencinin kolsuz ve bacaksız kalmasına neden oldu. Sovyetler'in geri çekilmesinden sonra ise, istikrarsızlığa sürüklenen Afganistan, kanlı bir iç savaşa sahne oldu. Kısacası, 1970'lerde Moskova'nın kışkırtmasıyla başlayan vahşet, çeyrek asır boyunca 
  
  Afganistan'a büyük acı ve zulüm yaşatmıştır.
Biraz önce de belirttiğimiz gibi komünist Rusya İslam Dini'nin giderek yayılmasını kendisi için bir tehlike olarak görmüştü. Yaptığı zulüm uygulamaları da İslam'ın yayılışını önlemek amaçlı idi. Bunun için halkın ibadet etmesini yasaklıyor, Kuran'ları yakıyor, imanlı insanları katlediyordu. Ancak burada bu inkarcı sistemin akledemediği önemli bir nokta vardır: Dini inkar edenler Allah'a samimi imanı kavrayamadıkları için, kutsal kitapların ortadan kaldırılması ile inancın da yok olacağını zannederler. Oysa insanın imanı kalbindedir. Ve samimi iman eden insanlar, başlarına gelen her türlü zorluğun Allah'tan bir deneme olduğunu bilir ve her şart altında bunlara sabrederler. Allah bir ayetinde inananlara şöyle bildirmiştir:

  Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: "Biz Allah'a ait (kullar)ız ve şüphesiz O'na dönücüleriz." Rablerinden bağışlanma ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır. (Bakara Suresi, 155-157)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi, iman eden insanlar dünyada çeşitli yollarla denenmekte ve karşılaştıkları her sıkıntıda Allah'a yönelip, O'ndan yardım istemektedirler. İşte bu yüzden müslümanlar için başlarına gelen zorluklar bir sıkıntı ve ümitsizlik konusu değil, aksine Allah'ın Kuran'da bildirdiği ve ahirette daha üstün bir dereceyi kazandırabilecek bir vaat olması dolayısıyla şevk vesilesidir.

KOMÜNİST VAHŞETİN FELSEFESİ: İNSANLARIN HAYVANLAŞTIRILMASI

  Bu bölümün başından bu yana incelediğimiz bilgiler göstermektedir ki, Marx ve Engels gibi materyalist ideologların ortaya attığı komünizm yanılgısı, 20. yüzyılı kana boğan bir ölüm makinesi olmuştur. Komünizm, insanlığa korkunç cinayetler, işkenceler, sürgünler, çalışma kampları, kıtlıklar, toplumsal baskılar ve korkulardan başka bir şey getirmemiştir.
Ancak aynı vahşetlerin ileride tekrar yaşanmaması için, bu vahşetin gerçek sebebini iyi irdelemek gerekir. Sorun, sadece Lenin veya Stalin gibi diktatörlerin kişisel hırs ve zalimlikleri midir? Yoksa sorun, Darwinizm kaynaklı komünist ideolojinin uygulanması mıdır?
Konuyu incelediğimizde, ikinci seçeneğin doğru olduğunu görürüz. Vahşet, komünizmin felsefesinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

  Bu olgunun temelinde, insanların bir "havyan türü" olarak görülmesi yer alır. Komünizm, Marx'ın ısrarla belirttiği gibi, Darwin'in evrim teorisine dayanmaktadır ve bu teori insanı "gelişmiş bir hayvan" olarak tarif etmektedir. Dahası, insanlar arasında çatışmanın, baskının, zulmün, güç mücadelesinin doğal ve meşru olduğunu telkin etmektedir. Bu felsefeyi benimseyen bir insanın elinde yeterli güç ve imkan bulunduğunda, her türlü zulüm ve vahşeti işlemesi çok kolaydır.

  Nitekim geçmişe baktığımızda, komünistler tarafından işlenen vahşetlerde, insanların "hayvan türü" olarak görülmesinin büyük rol oynadığı açıkça görülür. Komünist ideologlar, karşıtlarını birer hayvan olarak tanımlamış, dahası yönettikleri insanları da psikolojik olarak "hayvanlaştırmaya" yönelik bir politika izlemişlerdir. Komünizmin Kara Kitabı'nda, söz konusu politika şöyle açıklanmakta:
Adam öldürmek bir eğitim gerektirir; herkes komşusunu öldürmekte bir kararsızlık yaşar, buna karşı uygulanabilecek en etkili eğitim, kurbanının insanlığını yadsımayı, ona geçici olarak "insan değilmiş gibi görmeyi" öğretmektir. Alain Brossat haklı olarak şöyle yazar: "Barbar temizlik ayini, ölüm makinesinin tam verimle çalışması, işkence söylemleri ve uygulamalarında ötekinin hayvanlaştırılmasından, düşsel ve gerçek düşmanların hayvanlar dünyasına sokulmasından başka bir şey değildir...." 50





KOMÜNİZMİN AMACI: İNSANIN HAYVANLAŞTIRILMASI
Komünizm, insanları güdülmesi gereken bir hayvan sürüsü olarak görür. Sürünün güdülmesi için, işkence edilmesi, aç bırakılması, korkutulması gerektiğine inanır. Darwinizm'in bir uygulaması olan bu gaddar ideolojii, Rusya'nın Çarlık dönemindeki bu fakir köylü ve işçilere sadece daha fazla acı ve zulüm getirmiştir. 
  Brossat, bu kızılca kıyametin ve şölenlerin gerçek bir ötekini hayvanlaştırma geleneği oluşturduğunu, aynı geleneğin XVIII. yüzyıldan itibaren yapılan siyasî eleştirilerde de görülebileceğini anımsatır. Bu eğretilemeli ayin, özellikle hayvan imgeleri aracılığıyla gizli bunalım ve çatışmaların dışa vurulmasına yol açıyordu. Moskova'da 1930'lu yıllarda bu tür söylemlerin hiçbir eğretilemeli yanı kalmamıştı: "Hayvanlaştırılmış" düşmana önce bir av hayvanıymış gibi davranılır, sonra da bırakılırdı; tabiî burada önce ensesine bir kurşun sıkılırdı. Stalin bu yöntemleri sistemleştirip genelleştirdikten sonra Çinli, Kamboçyalı ve öteki takipçileri bundan geniş ölçüde yararlandı. Bununla birlikte yöntemleri ilk bulan Stalin değildir. Lenin'i de bu suçlamaların dışında tutamayız; iktidarı ele geçirdikten sonra bütün düşmanlarını "zararlı böcek", "bit", "akrep" ya da "vampir" olarak görüyordu. 51
İşte komünizmin insanları hayvan olarak gören bu bakış açısının temeli, Darwinizm'dir. Bu, Marx, Engels ve Lenin tarafından defalarca vurgulanmış bir gerçektir. Dolayısıyla, komünist vahşet, Darwinizm'in bir uygulamasından başka bir şey değildir.





Birer vahşi hayvan muamelesi görerek kafeslere kapatılan Kızılordu tutsakları.
 
  Fransız Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi (GÉODE-Paris X) araştırma müdürü ve komünizm tarihi uzmanı Stéphane Courtois, bu konuda şu yorumu yapar:
Komünizmde toplumsal-siyasî bir öjenizmin, toplumsal bir Darwinciliğin varlığından söz edilebilir. Dominique Colas'ın yazdığı gibi, "Lenin, toplumsal türlerin evrimi konusundaki bilgilerin efendisi olarak, tarih mahkum ettiği için yok olması gerekenlere karar verir. Bilim yoluyla -Marxizm-Leninizm gibi ideolojik ve siyasî tarih- burjuvazinin insanlık evriminde aşılmış bir evreyi temsil ettiğine karar verildikten sonra, bu sınıfın ortadan kaldırılmasına, hatta bu sınıfı oluşturan ya da bu sınıfa şu ya da bu şekilde ait olan bireylerin öldürülmesine haklı gerekçeler bulunabilir. 52

   Courtois, bu yorumunun ardından da şu soruyu sormaktadır:

Marxizm-Leninizm'in kökleri Marx'tan çok, toplumsal meseleye uygulanan ve ırk meselesiyle yanılgılara düşen sapkın bir Darwinciliğe bağlanamaz mı? 53
Kuşkusuz bağlanabilir. Dahası, komünizmin kökeni zaten mutlak olarak Darwinizm'dir. Hem de bu Darwinizm, "sapkın bir Darwincilik" değil, Darwinizm'in bizzat kendisidir. İnsanların bir hayvan türü olduklarını, aralarında kaçınılmaz ve doğal bir çatışma olduğunu, tarihin bu şekilde işlediğini, insanın yaptıkları nedeniyle kimseye hesap vermeyeceğini ve diyalektik materyalizmin tüm diğer safsatalarını ileri süren ve bunu da "bilimsellik" kisvesi altında yapan kaynak Darwinizm'dir. Darwin bunun teorisini kurmuş, komünistler ise hayata geçirmiştir.
20. yüzyılın kanlı komünizm bilançosu, aslında "uygulamalı Darwinizm"dir.


   


14 Vladimir I. Lenin, 30 Eylül 1906, Proletari, Nr. 5, erisyay@kurtuluscephesi.com
15 N. Werth, "Le Pouvoir soviétique et l'Eglise ortnodoxe de la collectivisation à la Constitution de 1936", Revue d'études comparatives Est-Quest, 1993, no.3-4, s.41-49 (Stéphane Courtois, Nicolas Werth, Jean-Louis Panné, Andrzej Paczkowski, Karel Bartosek, Jean-Louis Margolin, Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Kitapçılık A.Ş., s. 22)
16 Stéphane Courtois, Nicolas Werth, Jean-Louis Panné, Andrzej Paczkowski, Karel Bartosek, Jean-Louis Margolin, Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Kitapçılık A.Ş., s. 84 
17 RTHİDNİ (Rossiyskiy Tsentr Hraneniya I İzuçeniya Dokumentov Noveyşey İstorii – Rusya Çağdaş Tarih Belgelerinin Korunması ve İncelenmesi Merkezi), 2/1/6/898; Komünizmin Kara Kitabı, s. 98
18 Orlando Figes, A People's Tragedy, A History Of The Russian Revolution, Penguin Books Ltd, 1997, USA, s. 775
19 Richard Pipes, The Unknown Lenin: From the Secret Archive, Yale University Press, New Haven, London,s.??
20 Orlando Figes, A People's Tragedy, A History Of The Russian Revolution, s. 733
21 Orlando Figes, A People's Tragedy, A History Of The Russian Revolution, s. 734
22 Richard Pipes, The Unknown Lenin: From the Secret Archive, s. 10
23 Komünizmin Kara Kitabı, s.159-160
24 Richard Pipes, A Coincise History Of The Russian Revolution, Vintage Books, Newyork, 1995, s. 357
25 A.Belyakov, Yunost vozdya (Önderin Gençliği), Moskova, 1960, s.80-82, aktaran M.Heller, "Premier avertissement: un coup de fouet. L'histoire de l'expulsion des personnalites culturelles hors de l'Union sovietique en 1922", Cahiers du monde Russe et Sovietique, cilt XX, no.2, Nisan-Haziran 1979, s.134; Komünizmin Kara Kitabı sf. 165
26 Komünizmin Kara Kitabı, s.165
27 Komünizmin Kara Kitabı, s.167
28 Alex de Jonge, Stalin and The Shaping of the Soviet Uninon, William Collins Sons & Limited Co., Glasgow, 1987, s.??
29 Alan Bullock, Hitler and Stalin: Parallel Lives, Fontana Press, London, 1993, s. 13
30 Orlando Figes, A People's Tragedy, A History Of The Russian Revolution, s. 733
31 Orlando Figes, A People's Tragedy, A History of The Russian Revolution,  s.??
32 Komünizmin Kara Kitabı, s. 23
33 Komünizmin Kara Kitabı, s. 219
34 Komünizmin Kara Kitabı, s. 196
35 Komünizmin Kara Kitabı, s. 227
36 The Russian Century: A History of the Last Hundred Years(Pimlico - Random House)
37 Komünizmin Kara Kitabı.
38 Dana Dalrymple, Ukrayna'daki Büyük Kıtlık 1932-33, Soviet Studies, Ocak 1964
39 Komünizmin Kara Kitabı, s. 203-204
40 The Harvest of Sorrow, s.138
41 Komünizmin Kara Kitabı
42 Komünizmin Kara Kitabı, s. 505
43 Komünizmin Kara Kitabı, s. 536
44 Komünizmin Kara Kitabı, s. 536
45 Komünizmin Kara Kitabı, s. 859-861
46 Assem Akram, Histoire de la guerre d'Afghanistan, Paris, Balland, "Le Nadir" dizisi, 1996, s.516; Komünizmin Kara Kitabı, s. 931
47 Michael Barry, La Resistance Afghane, du Grand Moghol à l'invasion Soviètique, Paris, Flammarion, "Champs" dizisi, 1989, s.314; Komünizmin Kara Kitabı, s.932
48 Michael Barry, La Resistance Afghane, du Grand Moghol à l'invasion Soviètique, s.306-307; Komünizmin Kara Kitabı, s. 933
49 Komünizmin Kara Kitabı ..
50 Alain Brossat, Un Communisme Insupportable, Paris, L'Harmattan, 1997, s.265; Komünizmin Kara Kitabı, s.997
51 Komünizmin Kara Kitabı, s. 996-997
52 Komünizmin Kara Kitabı, s. 999
53 Komünizmin Kara Kitabı, s. 1000)